Walter Black ve kendisini ait olamadığı yerde rahatsız hissettiği hikayesi. Bunu elbette kendi isteği doğrultusunda yapmıyor, çağımızın belki de en sıkıcı hastalığı depresyon ile baş edemediği son noktada onu bastırabilecek bir kuklayla tanışıyor. Kendisi yerine kukla üzerinden yaşamaya devam ederse ortada hiçbir sorun kalmıyor çünkü.
"Seni bir kez gülümseten hiçbir şey için pişman olma."
Dünyanın en güzel tesellisi, iyi ki rastladım sana.
Mel Gibson oyunculuğuna zaten şapka çıkarmamak mümkün değil ve kendinizi onun yerine koyduğunuzda daha da kalıcı olacağına eminim. Kimsenin isteği böyle bir hayat değil, olamaz da. Eminim bir yerlerde bir kuzguna ihtiyacımız olacak.
Walter gayet mutlu, standartların üzerinde bir hayata sahip iş adamımız. Yeteneğinden dolayı oldukça büyük başarılar elde ediyor bir süre. Hayat bu, bazen getireceği belli olmadığı gibi götürecekleri de belli olmuyor ama yanında sevdikleri varsa bu süreci daha da kolay atlatabilir. Burada karısının çabası, sabrı ve sevgisinin yerini zamanla tam tersine bırakması biraz yürek burkuyor.
"Sil baştan başlamak delilik değildir.Delilik sefil olmaktır ve etrafında yarı uykulu, uyuşuk günden güne dolaşmaktır.Delilik, mutlu numarası yapmaktır.Olayların olduğu şeklinin aksine lanet hayatlarının geri kalanında olmaları gerektiği gibi numara yapmaktır."
Herkes için durumun kabul edilmesinden sonra tekrar düzelme inancı, bunun tekrar başa sarması düşüncesi geçiyor. Bu konuda Walter'ın karısına düşen oldukça büyük bir yük, ikna etmeye çalıştığı ergen oğlu ile mutluluktan kendisini alamayan bir çocuğun arasında kalıyor. Bir kukla tüm bunların üstesinden gelebilir mi sizce? Bu film beğeninizi kazanırsa bunu da izleyin; LARS AND THE REAL GIRL, 2007
"Doğru, doğru... Bu yaptığımız doğru mu diye önce tereddüt etmem gerekir. Sonra sen bana "yanlış ya da doğru diye bir şey yok, yalnızca anı yaşamak var" dersin. Sonra ben bir yandan sana aslında çok istediğime dair işaretler verirken, diğer yandan da istemediğimi söylerim. Ki zaten dinlemeyeceğin için ne dediğimin bir önemi de yoktur. Çünkü senin için bu bağ kurmakla ilgili bir şey değil. Hatta seksle ilgili bile değil. Kendin olmanın verdiği acıdan birkaç saatliğine uzaklaşmakla ilgili. Halbuki benim için hiç sorun değil çünkü zaten benim istediğim de bu!"
Maggie ve ilaç mümessili Jamie arasında geçen bu konuşmayla başlıyor aslında film. Olacak olanları bir şekilde bilip içtenlikle kucak açıyorsun, başına gelecek olaylara karşı duruşunu bozmadığını düşünsen de bir yerde aslında hiç durmuyor olduğunun farkına varıyorsun. Sonrası zaten bir kaç kırgınlık, keşke tüm bunlara gerek olmadan o anın büyüsüne biraz daha kaptırmış olsaydım diyorsun. Sen söylemesen bile ışık hızında zihninden geçiyor bir anda.
“Bazen, en çok istediğiniz şeyler gerçekleşmez.
Bazen de, hiçbir zaman tahmin etmediğiniz şeyler gerçekleşir."
Edward Zwick tarzı dışındaki romantik komedi ve klişe diyebileceğimiz konusuyla yakalamış olduğu başarının farkında mı acaba. Bir şekilde kesişen yollarında(ah o canım yollar) birbirlerinin yaşam tarzlarına ve gelecek planlarına uyduramayacak gibi gözüken hayatlarında, hikayenin çok dışında kalmak isteyeceğiniz bir gerçeklik içerisinde aktarmışlar konuyu. Anne Hathaway zaten tüm güzelliklerin emsali gibi ışıl ışıl parlıyor.
Film Jamie Reidy adında Pfizer markasının ilaç satıcısı olan yazara ait bir romandan esinlenerek çekilmiş, bu bana kalırsa en can alıcı bilgi. Maggie'yi yavaş yavaş kaybedeceği bir hastalık içerisinde hayatı boyunca hiçbir zaman "seni seviyorum" dememiş ıssız adamımız Jamie'nin verdiği eğlenceli emek sahnelerinde keyiflenecek, tüm zorluklara rağmen gerçek olduğuna inandığı aşkının peşinden gitmesinde hüzünlenecek ve sürpriz sonunda da oldukça şaşıracaksınız.
"Binlerce insanla tanışıyorsunuz ama hiçbiri size gerçekten dokunmuyor.
Sonra, biriyle tanışıyorsunuz ve hayatınız değişiyor.
Film festivali kapsamında döneminin en göz alıcı çalışması olduğunu itiraf etmem gereken bir girişle geldim, buradayım! Beni görsel şöleni kadar hiçbir şeyi etkilemedi sanırım. Bütün yazı boyunca yalnızca bundan bahsetmek istiyorum. Filmin varlığından kitabı için yapmış olduğum araştırma sonucu haberim oldu. Bu da ikinci itirafım.
Everdene, asla aradığını bulamadığı kırıklığıyla yoluna devam etmeye çalışan karmaşık karakterimiz. Aradığı şeyin ne olduğundan da yüksek ihtimal haberi yok. Kendini, tüm toplumsal dayatmalardan sıyrılmış güçte nitelendirirken bir anda kaybetmeye başladığı öz güveni, güzelliğinin ortasında buluyor. Zamanın tüm gerektirdiği şartlara ayak uyduran kadınlarından farklı, evliliği bir amaca ulaşmak için gereç görmüyor.
Tutku, saygı ve sevgi arasında savrulup giderken birbirine karışan hiçbir şeyden rahatsız olmuyor.
Çünkü
bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkında, nasılsa bir şekilde mutlu
olacak. Yaşamak istediği ve yaşadığı hayat arasındaki tutarsızlığı umursayacak
kadar ciddiye almıyor hiçbir şeyi. Belki de en güzeli, hiçbir şeyi
umursamamak.
Gerçekten sahip olduğunu sanmaktan sıkıldığı mutluluğa ulaşmak için her defasında kendinden ödün verdiğini izledik aslında bir süre. Ne kadar sizi siz yaptığına inandığınız katı kurallarınız varsa her biri koca bir yanılsamadan ibaretmiş gibi davranıyorsunuz. Sizi mutlu eden anların üzerine karanlık bir gölge olarak düşmesini istemiyorsunuz ya da sizden bir şeyler götürmesine müsaade etmediğiniz durumlarda onları devreye sokuyorsunuz. Bu oyuna aslında hiç gerek yok, gerçekliğin büyüsünde boğulmak varken.
Sonuçta
sizi koruduğunu düşündüğünüz tüm durumlar aslında sizi hiçte korumuyordur. Daha
fazla üzüleceğiniz için ertelenmiş her konuşmanın sonunda daha çok üzülürsünüz,
filmin sonunda Everdene'i korumak için hayatının hatasını yapan Mr. Boldwood
gibi.
Gerçek mutluluğa ulaşmanız dileği ile, Everdene'dan bahsedildiğini unutmadan izleyiniz.
İlgi alanıma mı giriyor yoksa sadece şimdiki uyaran-uyarılan ilişkisinde miyiz bilmiyorum ama uçuşlar, miller, business class, boeing 770 vs... filmlerde çekici bulduğum kulağıma yüksek sesle gelen detaylardan. George Clooney zaten filmdeki en güzel detay. "Herkesin hayatına kimse karışamaz" elbette ama bu ilişkilere kızgın demirle göz dağlamak; evliliğe uçurumdan atlamak gibi davranan ıssız adam klişeleri artık midemizi bulandırmasına rağmen George Clooney hatırına çekiliyor. Çünkü güzel bir yalnız kalma şekli... Hikaye Amerikanın dönemsel yaşadığı ekonomik buhranında şirketlerin sık sık işten çıkartmalarla boğuştuğu günleri gösteriyor. Rayn da bu işten çıkarmaları bizzat çalışanlara giderek gerçekleştiren bir şirkette çalışıyor ve şirkette hatırı sayılır bir mevkide, işini zevke dönüştüren biri. İnsan psikolojisinden, beden dilinden sıkça bahsediliyor ve filmi bitirdiğinizde bu konuyla ilgili az da olsa fikir sahibi olabiliyorsunuz.
Birini bile isteye incitmek zor iş olsa gerek. Ateşe itmek gibi, çekip vurmak gibi... Tam bir dolu kadehi ters tut. Bunu profesyonelleştirmek ve tüm olasılıkları göz ardı edip sadece uçuşan pembe kelebeklerden bahsetmek de bu işin kurşun geçirmezliği. Örneğin, artık para kazanamayacaksınız demek yerine çocuklarınız sizi daha sık görecek hayatlarında daha fazla yer edeceksiniz diyorsunuz. Trajikomik.
Rayn bu şirkette çalıştıkça uçaklara ilgi duymaya başlıyor, bol bol mil toplayıp koleksiyoner kıvamına geliyor; oteller hakkında hatırı sayılır bilgiye sahip oluyor. Durmadan uçuyor, bavul hazırlama ustası; hayatıyla ve bu konuyla ilgili konferanslar bile veriyor. Derken hayat ve aşk konusunda kendi gibi düşünen biriyle karşılaşıyor; yollarda buluşuyor, programlarını birbirlerine göre hazırlayıp vakit geçiriyorlar. Ama biliyoruz ki hayat adil değil büyük bir dalgacı hatta düzenbaz. Bazı insanlar gibi.
Şirket Rayn'ın önderliğinde kötü haberi insanların ayağına giderek hallederken Natalie'nin önerisiyle bir yazılım geliştirip online yapmaya karar veriyorlar ve olaylar başlıyor. Çünkü her bitiş bir başlangıçtır.
"Hayallerinden vazgeçmek için aldığın ilk maaş ne kadardı?
Çıktığınız tüm seyahatler sizi sevdiklerinize götürecekmiş gibi izleyiniz.
Gün içinde gözünüze takılan her görüntüyü kaydetmeye çalışır, farklı anlamlar yüklersiniz. Size göre bir yaprağın karşınızda kıpırdıyor olması, rüzgarın etkisiyle oluşmuyormuş gibi gelir. İçinizde ait olduğunuz bambaşka bir dünya vardır, görmek istediğiniz gibi görür. Yaşamak istediğiniz gibi yaşayamadığınız ne kadar an varsa tamamlarsınız orada.
Bir şeyler yapmanız gereklidir, okumak. Yazmak, izlemek. Mutlu hissettiren, başka hissettiren.
Paterson, gerçek olduğuna inandığı bir düzen kurmuş kendisine. Bana kalırsa da tam anlamıyla gerçek. Gün gün hayatında alışkanlık haline getirdiği detaylarda nasıl da aynı şeyleri yapsa da aynı düşünmediğini anlatıyor bize. Bir hafta boyunca hayatlarında kurdukları düzene ek kendilerine kattıklarını izletiyor Jarmusch. Düz bir konuda anlatmak istediğini usulca anlatıyor, görmek istediğiniz kadarını görüyor ve anlamak istediğiniz kadarını anlıyorsunuz. Yakın gelecek veya uzak. Hepimizin yaşadığı, yaşamaktan korktuğu bir hayatı var. Karısı ile benzemiyor gibi gözükseler de tıpatıp aynı hayatları. Kurdukları düzenlerinde oturtamadıkları bir sürü detay var. Birbirlerine olan sevgileriyle eksikliğin kendisini hiçbir zaman hissettirdiği gerçeğini dile getirmiyorlar bile. Dediğim gibi, görmek istedikleri gibi görüyorlar.
Kendilerine katıp karıştırmaya çalıştıkları alışkanlıklarında bir şeylerin sürekli tamamlanmamış olduğunu düşünüyorlar gibi ya da ben öyle düşündüğüm için öyle görüyorum. Herkese farklı hissettirecek büyük bir yapıt. Seyircileri ikiye bölen bir film. Ortası yok. Sürekli kendilerini memnun etmek için bir şeyler yapıyorlar, kumaşları boyuyor. Kek yapıyor, şiir yazıyorlar. Birbirlerine sarılarak uyanıyor, birbirlerini sarıyorlar.
"Bir şeyleri değiştirmeye kalkınca işler daha da kötüleşiyor."
Paterson, sıkılmaktan çatladığını düşünenler bile olmuştur eminim. Ama ben çok mutlu bir adam olarak hatırlayacağım seni, iyi seyirler.
Lars! Canım Ryan Gosling... Biz buralarda kendisine full iltimas geçiyor kalbimizin el verdiğince de desteklerimizi esirgemiyoruz çünkü neden esirgeyelim? ^^
Lars, babasının ölümünden sonra iyice içine kapanan, sosyalleşmeyen ve özellikle de insanlarla temas kurmaktan rahatsız olan kahramanımız. Kardeşi Gus ve onun eşi Karin'in evlerinin garajında yaşamına devam etmeye çalışıyor. Bu süreçte onu insanların arasına karıştırmaya çalışan sürekli ilgilenen sosyalleşmesi için çabalayan Karin'in hakkını ödeyemese de sanırım bir adım atmaya çalışıyor ve arkadaşlarının bahsettiği bir kız arkadaş "ediniyor", Bianca. Başta her şey normal ilerlese de Karin'in Lars'ı ve kız arkadaşını yemeğe davet etmesiyle sevinçlerinin üzerine koca bir bulut çöküyor yani Bianca'nın internetten siparişle gelen, "edinilen" plastik bir sevgili olduğunu öğrenince...
Bu kırılma noktası üzerine aile doktorlarıyla görüşüyorlar ve Bianca'ya Lars'ın yaptığı gibi gerçek muamelesi yapmaları önerisini alıyorlar. Ve durum sadece çekirdek ailemizle sınırlı kalmıyor tüm kasabaya ulaşıyor. En çok tat veren, filmin tüm durağanlığa rağmen sessiz sedasız kocaman bir naiflikle ilerlemesini sağlayan; insana sevildiğini hissettiren de sanırım herkesin bir kişi için böyle anlamsız bir şeyi güzelleştirmesi ve normalleştirmesi. Durumu ne kadar allayıp pullasanız da normalleştirseniz de sanırım insan beyni bir yerde yanlışı görüyor. Çünkü Lars tüm bunlara rağmen bir yerlerde eksiklik hissediyor /görüyor olmalı ki durumu Karin'e şikayet ediyor, söyleniyor. Karin ise dünyanın en haklı isyanını ediyor o anda. "Değer vermediğimiz doğru değil. Bu kasabadaki herkes Bianca kendini evinde hissedebilsin diye uğraşıyor. Neden bu kadar çok gidecek yeri, yapacak bu kadar şeyi var sanıyorsun? Senin yüzünden, senin için. Çünkü bütün bu insanlar seni seviyorlar. Tekerlekli sandalyesini itiyoruz, işe alıp götürüyoruz. Eve getiriyoruz, yıkıyoruz, giydiriyoruz, yatağa yatırıyoruz, taşıyoruz. Bunların hiçbiri bizim için kolay değil! Ama yapıyoruz... Senin için... Bunca şeyden sonra nasıl olur da kalkıp değer vermediğimizi söylemeye cesaret edersin!" O kadar haklı ki.
Ne kadar yanlış olursanız olun, ne kadar aklınız yetmese de bazı şeylere bu dünyanın en güzel armağanı size "rağmen" sevgi besleyenlerin hayatınızda olması bence. Sizin için, sizi düşünen, hayatınızı kolaylaştıran belki de önünüze atılan taşları ayağınıza değmesin diye usulca kenara çeken insanların varlığı, dünyada başımıza gelen en güzel ödül; bu dünyayı yaşamaya değer kılan tatlı bir hediye... Bir yerlerde sizi tüm kötülüklerden sakınacak insanların varlığına inanarak izleyiniz.
Çok uzun zamandır bahsetme fırsatı bulduğumuz, bahsetmeye de devam edeceğimiz bir masal. Disney ile hayatımıza girdiğini sansak da bir yerlerde bu masalı kurgulayan birileri mutlaka var. Kabul etmeliyiz ama, bu eseri bugünlere getiren kıvılcımını öyle başarılı bir şekilde gölgede bırakıyor ki, hikayenin asıl sahibini araştırdığınızda bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Hikayenin ilk sahibi Jeanne-Marie de Beaumont adında bir yazar. 18. yüzyıldan günümüze kadar gelen en bilinen masallardan biri.
"Bir kitap her şeyden kaçmanı sağlar."
Hikayenin çeşitli uyarlamaları, sezonluk dizisi de mevcut. Emma Watson, oyunculuğu dışında şarkı söyleme yeteneğini de sergilemiş. İtiraf etmeliyim ki; her sahnesinde aklıma muhteşem serüven Harry Potter geldi. Bir rolle nasıl bu kadar bütünleşebilirse o kadar bütünleşmiş, tüm ekip için geçerli elbet. Bir ara tüm seriyi yenilemeliyim, zamanı gelmiş. Bu filmi Eylül ile izledik, minik kız kardeşim. Konuya fazla hakim olmasından dolayı bilgi aktarımlı bir seyir oldu. Animasyon uyarlamasını daha fazla sevdiğimizi düşünsek de en az onun kadar kendisine kitledi bizi Beauty and the Beast.
Bu kadar çekici kılan şey de müzikal olmasıydı sanırım. Etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Herkesin bir anda şarkı söylemeye başlayıp dans ettiği sahnelerde ellerimizi birleştirip yerimizde kıpırdadık. Eylül'le aynı frekansta olmak bana her zaman çok iyi hissettirmiştir. Fazla hayvan sever olan kardeşimin canavar sevdiğini de bu filmle keşfetmiş oldum.
Bir masalı dinlemek, izlemek her insana aynı hissettirmez eminim. En gerçekçi bizmişiz gibi kurgulanmış peri masalları çoğu insanı rahatsız eder. Ben masalları sevmem diyen tüm insanlığa iyi geleceğini düşündüğüm bir uyarlama olmuş. Beyaz perde bu tarz hikayelere ulaşabildiği için çok şanslı, bizim şansımızdan bahsetmiyorum bile. Herkesin kendi masalında başrol olmasına olanak sağlıyor. Kendi peri masalınızda başrol oynamayı, frekanslarınızın aynı noktada buluşmasını istediğiniz miniklerinizle izleyebileceğiniz kaliteli bir film tavsiyesi.
Forrest, normalin dışında davranıldığına ikna edilmeye çalışılan ancak normalin dışında sakin davranan karakterimiz. Mutlu olmayı seçerse her şeyin öyle gelişeceğine inanmış, şans eseri denk geldiği her anda sakinliğini koruyabilen hepimizin hayalindeki normal insan modeli aslında. Filmle hemen hemen aynı yaştayız, şimdi Forrest gibi olmaya başlasam herhalde ölmeden o mutlu ve ferah günlere ulaşırım. Tabii böyle bir şey mümkünse.
“Her birimizin bir kaderi mi var, yoksa hepimiz rüzgârla savruluyor muyuz, bilmiyorum.”
Jenny ile kesişen yollarında karşılaşacağı tüm hayal kırıklıklarından habersiz, varacağı belli olmayan sonsuzluğa doğru koşarken anlatıldığında inanamayacağımız kadar mucizevi bir olay geliyor başına. Run Forrest Run! Her zaman böyle olmaz mı, bir şey olur ve biz o mucizevi anı bir daha asla yaşayamayacağımızı zannederek tüm güzellikleri kaçırırız. Dinlediğimiz bir müzik, içtiğimiz kahve. Denk geldiğimiz gün batımı, inişini beğendiğimiz uçak yolculuğu, yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı, uçurabildiğimiz son uçurtma, kalabalık içinde bize gülümseyen bir yüz, koala sarılması, yüksek sesle eşlik ettiğimiz şarkı, yaptığımız son güzel kahvaltı. Her biri son kez yaşanıyormuş gibi burkmaz mı insanın içini, mucizelerle karşılaşmamıza engel olabilecek mucizevi anlar topluluğu.
"Hayata devam edebilmek için geçmişi arkada bırakmak gerekir."
Hepsini, bize iyi gelebildiğinin farkına varamadan eskitiriz. Oysa bir tüy parçası gibi; savrulmadan, sorgulamadan, yönlendirmeden, akışına bırakarak yaşasak her biri koca bir mucize değil midir? Olmak istediğimiz ya da olamadığımız bir yerlerde farkında olmadan yaşadığımız bir ton güzel anlarda sadece mutlu olmayı dilemeliyiz belki de. Bu ara çok fazla kişisel gelişim kitabı okuyorum. Beynimde sadece mutlu olmak ve an'ların güzelliği düşüncesi nefes alıyor.
Forrest, her şey için teşekkürler. Farkında olmadan yaşadığın bir ton çöküşte başka bir mücadeleye tek bir soru sormadan atıldığın için, en zor anlarda bile sadece susmayı tercih ettiğin, Jenny'nin en son gelişinde gidecek bir yeri kalmadığının farkına vardığını söyleyerek ne kadar da normal bir insan olduğunu kanıtladığın, bize hiçbir şey söylemeden konuşulabildiğini bir kez daha gösterdiğin ve daha kelimelerime sığdıramadığım tüm normal olmayan davranışların için teşekkür ederim.
Yine ve yeniden Woody Allen filmi bulup çıkardığım için çok mutluyum. Hakkında ne yazılırsa yazılsın sanırım daha da seveceğim. Çünkü onda aramadığım sonları ve asıl merak ettiğim süreçleri buluyorum. Yarattığı çarpık ilişkileri, kendi doğrularını ve karakterlerin birbiriyle nasıl buluştuğunu anlatmasını seviyorum. Filmimiz de tipik bir Woody Allen klişesi, şehir güzellemesinden ziyade hikaye şans temalı.
İnsan yapmam dediği ne varsa bilin bakalım ne yapıyor?
Bingo! Yapıyor, hem de çok geçmeden.
Çarpık yaşam, yaşlı erkeğin daha çok sevdiği, genç kadınların daha çok yanlışlar yaptığı ilişkiler. Tecrübenin sabitlemediği ilişkilerin bir tüy gibi savrulup yok olacağı; sonuçta herkesin bildiği sonuçların doğuracağı; o farklı dediklerimizin, mucize dediklerimizin zamanla yıkılacağı ve standarda döneceği işleniyor hikaye boyunca. Annelerimiz de hep öyle demez mi?
Aniden gelişen heterojen ve homojen ilişkiler... Durun ne oluyor demeden kabulleniş, sonra tüm çarpık ilişkilerin düzene sokulmaya çalışması tüm küslerin barışması, benim dünyam bu mesajı ve kapanış.
Borris'in bizi sarsa sarsa kabul etmeyeceğimiz gerçekleri yüzümüze vurduğu tiratlar haricinde en anlamlı sözü "hayat ne kadar acımasız olursa olsun onun bir parçası olmayı özledim" demesiydi. Düşününce, öyle.
Evren tatlı tesadüflerin manasız şansların yumağı.
Tüm kötü anlarınız büyük şanslarla en güzel günlere dönüşecekmiş gibi izleyiniz.
Özel bir okulda burslu okuyan şanslı Charlie ve emekli Albay Frank'in muhteşem hafta sonu kaçamağının insanın vücudunda bu kadar karıncalanmaya sebebiyet verebileceğini düşünmezdim. Paraya ihtiyacı olan Charlie'nin görme engelli Frank ile kesişen yollarını zorlu tanışma hikayelerini geride bırakacak bir son bekliyor.
"Hata yaparsan, ayakların dolanırsa dans etmeye devam edersin."
Frank Slade, hayatın ondan aldıkları karşısında kendisini daha fazla üzmeyeceği düşüncesiyle tüm parasını harcadığı özel planına eşlik etmesi için bakıcısı Charlie'yi New York'a götürmeye zorluyor. Burada Charlie'nin çokta fazla söz hakkı yok aslında. Bir şekilde takılıyor Frank'in peşine. Hayatının o seyahatle değişeceğini ya da orada öğreneceği her şeyi hayatı boyunca öğrenemeyeceğini bilseydi başta eminim o kadar zorlamazdı. Bir şekilde Frank'in hafta sonu planına dahil olan Charlie kadar şanslı olabilmenizi diliyorum.
Hayatınız boyunca görmek istediğiniz bir çok şey var, bir gün hiçbir şey göremeyeceğinizi bilseydiniz en çok hangi suratı ezberlemeye çalışırdınız? En çok hangi ağaca bakar, nerede gün batımını seyrederdiniz? Bir şeylerin eskisi gibi olamayacağını düşünerek yaşayamayız biliyorum ama bir gün her şey eskisinden daha kötü olacak. Bunu unutmadan nefes almaya devam edebiliriz belki. Al Pacino, beni her karakterinde bir kez daha parçalıyor. Rolü gereği göremeyen bir adamı canlandırıyor, bunun için altı ay boyunca eğitim almış. Filmin kırılma noktalarında gözlerimden akan yaşları bir gün eskisi gibi olmayacak tüm güzelliklerim için akıttım.
"Hiç kapıldın mı o hisse, gitmek istersin hani ama aynı zamanda da kalmak gelir içinden."
Daha fazla yıpratamayacağını anlayıp kendisine iyi gelen her şeyi New York seyahatinde yaşamaya kararlı Albay Frank Slide'ı izleyip; her adımında bir şeyler öğrenmeye, ne kadar zor olursa olsun daha da zorlaştırmadığı hayatı, savundukları arkasında dik duruşunu, koku hafızasının ne kadar kuvvetli olduğunu her fırsatta göstermesi ve harika tangosunu izlerken siz de Al Pacino'nun çok büyük bir oyuncu olduğunu anlayacaksınız.
Keyifli seyirler
Evet, yine o malum tarih yaklaştı. Belki uzun zamandır evlisiniz, “Artık Sevgililer Günü mü kaldı bize?” diyorsunuz. Belki uzatmalı sevgilisiniz, her 14 Şubat geldiğinde ne alacağınızı kara kara düşünüyorsunuz. Belki yeni bir sevgili yaptınız, heyecandan ne alacağınızı bilemiyorsunuz. Belki de bu günü evinizde tüylü, minik dostlarınızla geçirecek ve “En güzel sevgi bu!” diyorsunuz. O da mı değil? E, o zaman neden kendi kendinize hediye almıyorsunuz? Tamam, merak etmeyin; bu listede hepinizi düşündük.
- İlişkiyi heyecanlandırmak için baştan çıkarıcı bir koku alın. Kokular hafızada yer bırakır ve her yeni koku bambaşka hatıralar yaratır. Hazır kış ayındayken baskın ve egzotik kokuları tercih edebilirsiniz. Kadın parfüm önerimiz için tıklayın! Erkek parfüm önerimiz için tıklayın!
- İlişkinizin başladığına dair sosyal medyada boy boy fotoğraflarınızı sergilediniz büyük ihtimalle. Ama unutmayın, geleneksel fotoğraf albümünün anlamı her zaman çok başkadır. O nedenle, HP Sprocket kırmızı fotoğraf yazıcısı sevgililer günü için çok keyifli bir hediye olacaktır. HP Fotoğraf yazıcısı için tıklayın!
- Bu önerimiz ise beylere. Her zaman geç kalmasına sebebiyet verdiği için söylendiğiniz eşinizin makyaj setini yenileyerek şaşkınlık yaratmaya ne dersiniz? Kadınlar kozmetik ürünlere bayılır, biliyorsunuz. Kozmetik ürünleri için tıklayın!
- Her Pazartesi beraber spor yapmaya niyetleniyor ama ilişkideki bir taraf planları bozuyorsa, şahane bir fikrimiz var. Motivasyonu yükseltecek bir akıllı bileklik! Fiziksel aktiviteleri detaylı bir şekilde takip etmeye olanak tanıyan bu bilekliklerle spordan kaçmak yok, sağlıklı hayata hemen başlamak var. Akıllı Bileklikler için tıklayın!
- Romantiklik önemli. Karşınızdakine ince bir ruhu ve ince zevklere sahip biri olduğunuzu göstermek için en iyi gün, bugün! Hediye edeceğiniz retro bir plakçalarla eski plakları dinleyip, romantik bir akşam geçirebilirsiniz. Retro plakçalarlar için tıklayın! Bir boomads advertorial içeriğidir.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.