Merhaba! Geri dönüşüm muhteşem olacaktı, ben de muhteşem olmasını sağlayacağım tüm imkanları olgunlaştırıp buraya düştüm. Uzun süredir yeni film önerisinde bulunmuyordum, uzun derken gerçekten de uzun bir süre olduğuna eminim. Hiçbir şey yazmadım diyemem, kendimi tamamlama ve dönüştürme yolculuğumda en çok kendimle konuştuğum bir gerçek.
Bu filmle başladığım için de ayrıca mutlu ve pozitif hissediyorum kendimi, New York gibi kalabalık bir şehirde yalnızlık çekmekten kaçınan esas kızımız Alice etrafında dönüyor film. Arkadaş çevrisine de yüzeysel dokunmuyor değil elbette, hikayenin baştan sona bir yalnızlık korkusu olduğunu sandıysanız şu dakika yanıldığınızı söylemeliyim. Bu sadece kendine dönmenin kısa bir hikayesi.
Aynı isimde bir kitaptan uyarlama, henüz çevrilmemiş olduğundan başka bir bilgiye de sahip değilim açıkçası. Okumak ister miyim? Bilemedim. Sanırım tercihim bu eğlenceli hikayeyi izlemek olurdu. Rebel Wilson'un samimiyetten koparmadığı komikliğine hayranım çünkü. Tavsiye yazılarında film hakkında çok fazla konuşulmasının izleme isteğini öldürdüğünü düşünürüm hep. Bir an önce uygun zamanı yaratan tüm kadınların izlemesini istiyorum. En az benim kadar içinizi ısıtacak.
''Yalnız olmakla ilgili bir şey de onu beslemen gerektiğidir, çünkü bir hafta içinde ya da hayatın boyunca, belki de yalnız olmak için sadece bir şansın olabilir. Sadece bir an, hiç kimseye bağlı olmadığın ilişkide olmadığın bir zaman geçir. Bir ebeveynin, bir hayvanın, bir kardeşin veya arkadaşın olmadan. Kendi ayaklarının üzerinde durduğun an. Gerçekten yalnız olduğun bir an. Ve sonra... Hepsi bitecek.''
Böyle ne zamandır yazmadığımı hesaplayınca geçen süreye içerlenmedim değil, peki ya neden? Elle tutulur bir açıklaması yok elbette, akıp giden zamanda geçip gitmesini bir an önce dilediğimiz bu günlerde yine kafamı meşgul edecek bir yığın işle uğraşıyorum. Bunlara kurumsal kimliğim de dahil elbette.
Seveceğimi düşündüğüm filmleri bir günde iki tane izleyecek şekilde planlasam yine de bitiremem. Listenin başında da The Diary of a Teenage Girl vardı. Başladığında ben bu filmi izleyebilir miyim diye düşünmüş olabilirim. Önyargıları yendiğinde vardığın o virajda bekliyor olacağım çünkü film bittiğinde ben o virajın sonunda bambaşka hissediyordum.
"Büyüdükten sonra anaokuluna gidip orada her şeyin minyatür olduğunu düşündünüz mü? Sandalyeler, masalar sandığınızdan çok daha küçük değiller mi? Hiçbir şeyin değişmediğini biliyorum. Ama her şey bana farklı gözüküyor."
Minnie, 15 yaşında kendini keşfetme hikayesine şahitlik ettiğimiz bence soğuk ama bir o kadar da çekici karakterimiz. Kendini keşfetme diyorum aslında sadece kendini değil insan davranışlarını, hikayesinde attığı her adımın onu nereden nereye götüreceğini de yavaş yavaş keşfediyor.
Sonra ne mi oluyor? Minnie gibi hikayenize ortak olanların vurduğu ve kırdığı tüm olguları onarmaya çalışıyorsunuz. Ara sıra yaşadığı akıl kayması (nefret ettiğini söylediği adamın dizlerinde ağlaması mesela) hareketlerinde bu hikayenin zaten izleyen ve yaşayan tüm insanlığa zararı dokunacak- gibi geliyor. Oysa ki insanın tüm zarar görmüş duyguları ve istekleri hayattaki beklentilerini geliştiriyormuş. Onları büyütüyormuş, küllerinden yeniden doğuruyormuş. İnsan, Minnie gibi en dibe düşmeliymiş ki kolayca ayağa kalkabilsin.
Marielle Henner, her şeye biraz dokunan ismimiz. Yönetmen, yazar ve aynı zamanda oyuncu. The Diary of a Teenage Girl yönettiği ilk filmi. Görsel şölenleri ve soundtrackları konusunda oldukça çekici bulduğum filmimiz de bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Ara sıra beklemediğim yerden fışkıran çizimlerle beni oldukça farklı bir hikayenin içinde olduğuma inandırdı.
Belki de kimse beni sevmiyor.
Belki kimse beni sevmeyecek.
Ama belki bir başkası tarafından sevilmekle ilgili değildir.
İnsan kendini bulduğu her anda kendisinden biraz daha uzaklaşıyor, umarım hikayeniz bunun tam tersi şekilde devam eder. Kendinizi virüsten koruyun, iyi seyirler.
Hayatımıza netflix girdi gireli başka platformlardan film izlemeyi unuttum. Eskaza sinemaya yetişemezsem bir daha açıp da izleyemiyorum. Bu platformun hayatımıza yapmış oldu gizli baskıyı görüyorum ve şimdilik kabullendim.
***Şimdilik reklam değildir.***
Ricky Gervais'i aşırı başrolde gördüğümüz bir film izliyoruz 100 dakika boyunca. Yazanı, yöneteni ve başrolü olan Gervais'e bol alkış rica ediyorum. Kendi sistematik eleştirisini sunan ama aynı zamanda boş bir ön fikirle izlediğinizde ee noldu eninde sonunda kurala bağladın ve elde bir şey kalmadı teması akıllarda belirebilir. Hayat tamamen dürüstlükle idare edilebilir mi yoksa ufak tefek yalanlar mı hayatı bize yaşanabilir kılar sorunsalını düşünmenizi rica ediyor kendisi. Jennifer Garner'ın nahif ve duru güzelliğine de yakından bakıyoruz, bu çok iyi.
İnsanlık tarihi başlangıcından itibaren yalanın icadına zaman zaman aşk duyup zaman zaman da lanetler yağdırıyoruz. Çünkü insan olmak bunu gerektirir; bir şeyin varlığından asla kesin olarak mutlu olup nefret edemeyiz.
İnsanların size kesinlikle inanacağını ve sizi asla sorgulamayacağını bildiğinizde ne kadar ileri gidersiniz?
Derinlemesine düşündüğünüzde otokontrolü sağlayamacağınız bir " güç" gibidir bu. Yalanlarımızla insaları manipüle etmek şöyle bir yana dursun; doğruluğundan emin olmadığımız görüşlerimizi, tespitlerimizi ve bilgilerimizi de başkalarının üzerinde etki sağlayacağını düşünürsek harika olay.
IMDb'deki 6,4'ü bıraktığı yüzesellikle hak ediyor aslında ama izlemeden de geçemeyeceğiniz sakin ve komedisel film.
Bizler için sıfır sıkıntı yaratan yalanlardan bir demetçe izleyiniz.
Bu konuyla ilgili bir film izlemek istiyorsanız Gone Girl izlemelisiniz; izlediyseniz de kalbiniz kırık ayrılacaksınız filmden. Çünkü bu "e ben zaten bunun daha iyisini görmüştüm" filmi. Daha hafif, havada ve çerezlik 1.0. version. Yine de Blake Lively hatırına sanırım her şeyi izleyebilirim, olduğu her şeyi güzelleştiren bir kadın benim için. Film için kendi profilinde bile aylarca o tarzda kıyafetleriyle poz verdi, türlü davetlere katıldı ki kendisine ne giyse yakıştırıyor orası ayrı, çabası alkışlanabilir^^
Filmde her şey var ve bu çok iyi bir şey değil. Dışarıdan yemek sipariş edenler de bilirler ki bir restoranda her şey varsa oradan çok da ümitli olmamak lazım. Her şeyi göze alarak zamanınızı geçirmek gözünüze güzellikler sunmak kafayı da yormayacağınız bir 117 dakika arıyorsanız hemen açabilirsiniz.
Savaşın ve barışın ikiz kardeş olduğu, gizemin aklımızın pek yetmeyeceği, gözümüze yaşanması pek mümkün gelmeyen halinin tavan yaptığı film. Tüm kötü geçmişini sileceksin ama bir daha asla fotoğraf çekilmeyeceksin deseler biz istemezdik herhalde. Ne demek o suitlerle instagrama #todayoutfit hashtagiyle fotoğraf paylaşmayacağız? Hele ki Emily Nelson (Blake Lively) iseniz çok zor. Karşısında ise filmin saint'i Anna Kendrick var ki kendisini şu filmden biliyoruz.
Sonuç olarak filmde plot twist yapılmak istendiyse olmamış daha çok ne alaka twist olmuş ama hiçbir şey göründüğü kadar mükemmel değildir 'in filmi diyebilirim. Dışarıdan gördüğünüz harika karakterler, arkadaşlıklar, ilişkiler, sevgiler hangi yalanların içinde büyüyüp gidiyor bilemiyorsunuz. Bu hayatta her şeyin bir bedeli var. Kimini hemen ödüyorsunuz kimi intikam gibi uzuuun süreler sonra... Dışarıdan 'azize' kimlikli görünüyor bile olsalar insanların içerisinde ne tür hinlikler barındırdığını da bilemiyorsunuz. En büyük varlığınız ailenizse ve siz onu 'küçük bir rica' ile yakınlarınıza bırakıyorsanız yaşanılacak tüm kırıklıklara da davetiye çıkarabiliyorsunuz. Son olarak sigorta bedeli sen nelere kadirsin diyor ve sizi filmle baş başa bırakıyorum.
Birbirleriyle kesinlikle geçinememiş iki kardeşin bir tesadüf sonunda yeniden bir araya gelmeleriyle başlıyor muhteşem talihsizlikler serüveni. Altan ve Nuri, bana kalırsa hiç ayrılmamaları gerekirmiş. Gerçi bana kalırsa neler neler olması gerekliydi de işte.
“Bilemiyorum Altan, bilemiyorum”
Doğal ve samimi filmlerimiz arasında çok rahat yer alabilecek, izledikçe eskimeyecek. Her defasında da aynı hissettirecek eminim. Sanki film gibi değil de ekranda akıp giden gerçek anların canlandırması ya da öyle bir şeyler. Sonuçta her şey güzel olacak; tüm insanlığın inanmak istediği ama buruk bir şekilde inanmayı ertelediği tesellimiz.
”Bir barı açıyorum, iki Ayla’yla aramı düzeltiyorum, üç babamı da yanıma alıyorum. Olay bitmiştir.”
Bir şeyler sürekli kötü gidiyormuş gibi olacak, gitmek zorunda. İşte o zaman sürekli kulağınızın dibinde, "bilemiyorum Altan" diye fısıldayan birisi olmalı. O varsa zaten bir adım öndesiniz. Bilirsiniz düştüğünüz her an elinizi uzattığınız yerdedir. Sizi ondan başkası kaldıramaz, kendiniz bile. Bunun bilincinde olmanız daha rahat hata yapmanızı sağlar. Hatalarla büyümüyor muyuz sonuçta.
"Yaptı yapmadı, neyse ne. Hayat işte.."
Komedi ve dramın bir arada olduğu, hayatın getirdiği tüm anları kucaklayarak inançlarını kaybetmeyen iki kardeşin hikayesini keşke daha çok kişi bilse ve izlese. Biraz katkı sağlayabildiysek ne mutlu,
güzel şeyler olur elbet. Önemli olan sizin hangi yöne doğru yol aldığınız.
"Annemin dediği gibi, en iyisi çaba göstermektir. Umut etmekten ziyade."
2018 yılının neredeyse tüm ödüllerini toplamış filmi, oradan bakınca aslında çokta çekici durmadığının farkındayım. Kapağı gördüğünüzde içeride kasvetli bir durağanlık varmış hissi uyandırıyor. Aslında sizin kesin yargı ile yaklaştığınız birçok şey sizden çok uzak olabiliyor.
Mildred, kızının vahşice katledilmesinin ardından bir türlü karşılayamadığı adaleti kasaba girişindeki panoları kiralayarak karşılayabileceğini ümit eden acılı ama gücünün farkında bir anne. Gücünüzün farkında olduğunuzda her şey bir tık daha kolay geliyor-muş gibi gözüküyor, nasılsa güçlü diye fısıldıyor insanlar. Size bir adım daha uzaklaşıyorlar aslında, görmek istemedikleri hiçbir şeyi göstermiyorsunuz onlara.
"Başka bir yer varsa orada tekrar görüşürüz belki. Yoksa da seni tanımak benim cennetimdi zaten."
Bir kırılma noktası mutlaka oluyor, öfkenizi bastıracağına inandığınız bir ton an yakalıyorsunuz. Sahip olduğunuz güç ile doğru orantılı hepsini gerçekleştirebilirsiniz. Biliyorsunuz. Ama bunu yaparken sizi en çok karşılığını istediğiniz gibi alamıyor olmanız yoruyor. İstemedikleriniz için zaten kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız. Farklı hikayeler ve sizin bir sonuca ulaşmayı beklerken tüm karakterlere biraz biraz dokunuyor olmanız. Bu düpedüz bir şans, açın ve izleyin.
Mildred'ın ters dönen böceği düzeltmesi inceliğinde, ters giden herkese aynı şansı dileyerek..
"Doğru, doğru... Bu yaptığımız doğru mu diye önce tereddüt etmem gerekir. Sonra sen bana "yanlış ya da doğru diye bir şey yok, yalnızca anı yaşamak var" dersin. Sonra ben bir yandan sana aslında çok istediğime dair işaretler verirken, diğer yandan da istemediğimi söylerim. Ki zaten dinlemeyeceğin için ne dediğimin bir önemi de yoktur. Çünkü senin için bu bağ kurmakla ilgili bir şey değil. Hatta seksle ilgili bile değil. Kendin olmanın verdiği acıdan birkaç saatliğine uzaklaşmakla ilgili. Halbuki benim için hiç sorun değil çünkü zaten benim istediğim de bu!"
Maggie ve ilaç mümessili Jamie arasında geçen bu konuşmayla başlıyor aslında film. Olacak olanları bir şekilde bilip içtenlikle kucak açıyorsun, başına gelecek olaylara karşı duruşunu bozmadığını düşünsen de bir yerde aslında hiç durmuyor olduğunun farkına varıyorsun. Sonrası zaten bir kaç kırgınlık, keşke tüm bunlara gerek olmadan o anın büyüsüne biraz daha kaptırmış olsaydım diyorsun. Sen söylemesen bile ışık hızında zihninden geçiyor bir anda.
“Bazen, en çok istediğiniz şeyler gerçekleşmez.
Bazen de, hiçbir zaman tahmin etmediğiniz şeyler gerçekleşir."
Edward Zwick tarzı dışındaki romantik komedi ve klişe diyebileceğimiz konusuyla yakalamış olduğu başarının farkında mı acaba. Bir şekilde kesişen yollarında(ah o canım yollar) birbirlerinin yaşam tarzlarına ve gelecek planlarına uyduramayacak gibi gözüken hayatlarında, hikayenin çok dışında kalmak isteyeceğiniz bir gerçeklik içerisinde aktarmışlar konuyu. Anne Hathaway zaten tüm güzelliklerin emsali gibi ışıl ışıl parlıyor.
Film Jamie Reidy adında Pfizer markasının ilaç satıcısı olan yazara ait bir romandan esinlenerek çekilmiş, bu bana kalırsa en can alıcı bilgi. Maggie'yi yavaş yavaş kaybedeceği bir hastalık içerisinde hayatı boyunca hiçbir zaman "seni seviyorum" dememiş ıssız adamımız Jamie'nin verdiği eğlenceli emek sahnelerinde keyiflenecek, tüm zorluklara rağmen gerçek olduğuna inandığı aşkının peşinden gitmesinde hüzünlenecek ve sürpriz sonunda da oldukça şaşıracaksınız.
"Binlerce insanla tanışıyorsunuz ama hiçbiri size gerçekten dokunmuyor.
Sonra, biriyle tanışıyorsunuz ve hayatınız değişiyor.
Gün içinde gözünüze takılan her görüntüyü kaydetmeye çalışır, farklı anlamlar yüklersiniz. Size göre bir yaprağın karşınızda kıpırdıyor olması, rüzgarın etkisiyle oluşmuyormuş gibi gelir. İçinizde ait olduğunuz bambaşka bir dünya vardır, görmek istediğiniz gibi görür. Yaşamak istediğiniz gibi yaşayamadığınız ne kadar an varsa tamamlarsınız orada.
Bir şeyler yapmanız gereklidir, okumak. Yazmak, izlemek. Mutlu hissettiren, başka hissettiren.
Paterson, gerçek olduğuna inandığı bir düzen kurmuş kendisine. Bana kalırsa da tam anlamıyla gerçek. Gün gün hayatında alışkanlık haline getirdiği detaylarda nasıl da aynı şeyleri yapsa da aynı düşünmediğini anlatıyor bize. Bir hafta boyunca hayatlarında kurdukları düzene ek kendilerine kattıklarını izletiyor Jarmusch. Düz bir konuda anlatmak istediğini usulca anlatıyor, görmek istediğiniz kadarını görüyor ve anlamak istediğiniz kadarını anlıyorsunuz. Yakın gelecek veya uzak. Hepimizin yaşadığı, yaşamaktan korktuğu bir hayatı var. Karısı ile benzemiyor gibi gözükseler de tıpatıp aynı hayatları. Kurdukları düzenlerinde oturtamadıkları bir sürü detay var. Birbirlerine olan sevgileriyle eksikliğin kendisini hiçbir zaman hissettirdiği gerçeğini dile getirmiyorlar bile. Dediğim gibi, görmek istedikleri gibi görüyorlar.
Kendilerine katıp karıştırmaya çalıştıkları alışkanlıklarında bir şeylerin sürekli tamamlanmamış olduğunu düşünüyorlar gibi ya da ben öyle düşündüğüm için öyle görüyorum. Herkese farklı hissettirecek büyük bir yapıt. Seyircileri ikiye bölen bir film. Ortası yok. Sürekli kendilerini memnun etmek için bir şeyler yapıyorlar, kumaşları boyuyor. Kek yapıyor, şiir yazıyorlar. Birbirlerine sarılarak uyanıyor, birbirlerini sarıyorlar.
"Bir şeyleri değiştirmeye kalkınca işler daha da kötüleşiyor."
Paterson, sıkılmaktan çatladığını düşünenler bile olmuştur eminim. Ama ben çok mutlu bir adam olarak hatırlayacağım seni, iyi seyirler.
Yine ve yeniden Woody Allen filmi bulup çıkardığım için çok mutluyum. Hakkında ne yazılırsa yazılsın sanırım daha da seveceğim. Çünkü onda aramadığım sonları ve asıl merak ettiğim süreçleri buluyorum. Yarattığı çarpık ilişkileri, kendi doğrularını ve karakterlerin birbiriyle nasıl buluştuğunu anlatmasını seviyorum. Filmimiz de tipik bir Woody Allen klişesi, şehir güzellemesinden ziyade hikaye şans temalı.
İnsan yapmam dediği ne varsa bilin bakalım ne yapıyor?
Bingo! Yapıyor, hem de çok geçmeden.
Çarpık yaşam, yaşlı erkeğin daha çok sevdiği, genç kadınların daha çok yanlışlar yaptığı ilişkiler. Tecrübenin sabitlemediği ilişkilerin bir tüy gibi savrulup yok olacağı; sonuçta herkesin bildiği sonuçların doğuracağı; o farklı dediklerimizin, mucize dediklerimizin zamanla yıkılacağı ve standarda döneceği işleniyor hikaye boyunca. Annelerimiz de hep öyle demez mi?
Aniden gelişen heterojen ve homojen ilişkiler... Durun ne oluyor demeden kabulleniş, sonra tüm çarpık ilişkilerin düzene sokulmaya çalışması tüm küslerin barışması, benim dünyam bu mesajı ve kapanış.
Borris'in bizi sarsa sarsa kabul etmeyeceğimiz gerçekleri yüzümüze vurduğu tiratlar haricinde en anlamlı sözü "hayat ne kadar acımasız olursa olsun onun bir parçası olmayı özledim" demesiydi. Düşününce, öyle.
Evren tatlı tesadüflerin manasız şansların yumağı.
Tüm kötü anlarınız büyük şanslarla en güzel günlere dönüşecekmiş gibi izleyiniz.
Karşılaşmayı istemediğiniz şeyler sonucu saklandığınız kuytudan nasıl çıkacağınızın hiçbir garantisi yok filmi. Nick ve Brooke. Brooke, tren istasyonunda kaçırdığı trenin arkasından kovalarken dikkatini çekiyor Nick'in. Uzun uğraşlar sonucu bir sonraki tren için sabahı beklemesi gerektiğini öğrenen Brooke için asıl hikaye burada başlıyor.
Film ya tüm olumsuzluklar beraberi arkasına, gerçek hayatta olmuyormuş gibi konuştum. Nick yetişiyor yardımına, Chris Evans! Kaptan Amerika, büyülü bir atmosfere eminim o dakikalar imzasını atmıştır. Zira karakterde yansıtması gereken ne varsa hepsini aktardı.
Brooke'u sabaha kadar New York'tan gönderebilme çabası içerisine girmesi ise çok eğlenceli ve güzeldi. Aslında bu kadar kargaşanın içinde duraklamanızı sağlayan pek çok mesajı var. Herkese bir kelime bahşediyor film. Bana ise bir çok. Sevgi, Brooke'un kocası için sürekli -ama seviyorum- deyişleri geliyor aklıma. Ne olursa olsun, seviyorum. Umut, aşk, aldatılmak, hayal kırıklığı, aldanmak. İnsanın suratına tokat gibi çarpan duygular.
"Kendini birine adadığında başka birinde mükemmellik aramıyorsun."
Bir çok filme benzemesi önemli değil bence, bir açıp izleyin bakalım size benziyor mu? Brooke ile Nick'in sadece bir gecede akıl almaz bir bağ ile birbirlerine bağlanmalarını asla unutmayacağınız Nick gülümsemesiyle izleyiniz.
Bir ilişkide ne istediğimi, neden bekâr olduğumu açıklayabilirim. Ha, ha!
Zor bir durum.
Biriyle birlikte olduğunda sen onu seversin ve o bunun farkındadır, O seni sever ve sen de bunun farkında olursun.
Ama bu bir parti.
diğer insanlarla konuşursun, gülersin, ışık saçarsın. odayı araştırır, diğerlerinin gözlerini yakalarsın. ama bu sahiplenici olman
ya da kusursuz bir cinsellik yaşaman için değil.
senin bu hayattaki kişiliğinle alakalı bir durumdur. bu durum hem komik hem de üzücü ama,
bu hayat sona eriyor, ve tam da orada fark edilmeden.
önünde duran gizemli bir dünya oluşuyor... ama kimse bunu fark etmiyor.
Yani dedikleri gibi, etrafımızda başka bir boyut var. ama bizde onları algılama yeteneği yok.
Yani bir ilişkiye girmeme sebebim işte bu.
Ya da hayata,
sanırım aşka."
Bir dans topluluğunda çıraklık yapan Frances'in pekte iç açıcı bir kariyeri yoktur. Sahip olmak isteyeceği her şeye sahipmiş hissine kapılmasının tek sebebi sanırım Sophie. Sophie ile aynı evi paylaşan Frances, onu anlayan tek insanın Sophie olduğunu düşünüyor. Onu bırakma düşüncesi sevgilisini bırakmaktan daha zor. Sophie'nin seçimleriyle kendi başına kaldığını yavaş yavaş anlayan Frances'in istikrarlı bir şekilde çırak olarak çalıştığı dans topluluğunda daimi çalışan olma serüveni var ekranda.
Acıklı hiçbir şey yok, bir insanın gerçek hayatla 27 yıldır tanışmamış olması çok acı. Sophie'nin şehir dışına yerleşmesi sonucu bir takım hayal kırıklıkları başlıyor hayatında. Gerçek hayat, çevre ve bir takım maddi sıkıntıların içerisinden sıyrılmaya çalışan Sophie'nin hikayesini mutlu perşembe filmi yapabilirsiniz.
"Sonunda kirasını ödeyebileceğiniz bir eviniz olur
ama işte karşılığında posta kutusundaki isminiz gibi siz de eksik kalırsınız."
Sık sık olur ama etkisi uzun sürenler her zaman ayrıdır, yine bir filmi herhangi bir organımla sarmalayıp rafa kaldırmış gibi hissediyorum. Asla ortası yok ya çok seveceksiniz ya da hiç sevmeyeceksiniz. Ama bence çok seveceksiniz, bana güvenin. Dell'in "You Broke Me!" diye bağırdığı sahnede bıraktıklarınızla. "Karşındakinin canını yakacağını bilerek bazı tercihlerde bulunabiliyorsan bu, aşk değildir."
Filmde fazlaca hınzırlıklar dönüyor, farkına vararak izlemek gerek. Baştan sona akıp giden bir hikaye değil, bir oradasınız bir burada. Rüyalar gerçeklerdir aslında, çoğu zaman yaşamak istediklerinizi görürsünüz, yaşadıklarınızı belki de yaşayacaklarınızı. Uzun zaman sonra değil yaşadığınız anların bir dakika sonrasında yaşadıklarınızın sizin için bir hatıradan başka bir şey olamadığını bilmeniz gerekiyor.
Paralel evrende hareket eden Comet'in bir tarafta işleri karıştırırken diğer tarafta Kimberly ve Dell çiftine dillere destan bir aşk yaşatıyor. Filme dair sizlere söyleyebileceğim en net ifade, izlemeniz gerektiği.
Değişeceği sözünü veren ve hiçbir evrende değişemeyen Dell gibi. Bir kızın 20'li yaşlarını çalmanın kötü olduğunu iddaa eden Kimberly gibi. Sürekli yastığın soğuk tarafını çevirip uyuyan Kimberly'nin ilişkilerini bu durum gibi hangi durumda deneseler de bir yön değiştirdiklerini söylemeleri gibi. Olmuyor gibi, keşke olsa der gibi. Keşke böyle olmasaydı der gibi. Belki de hepsi rüyadır gibi.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.