Aşkların, ilişkilerin ve insanların her zaman ve her yerde farklı olabileceğini belki de milyonlarca kez konuşmuşuzdur. Sıradaki hikayemiz, izleyenler için Paris Je'taime, Tatlım Tatlım tarzı; izlemeyenler içinse step by step ilerleyebileceğiniz ve birçok hikayeyi art arda görebileceğiniz bir hikaye.
Aşk aynı aşk -kelime olarak- ama değil 10 farklı hikaye; 3000 farklı hikaye bile yazılabilir üzerine.
Olmanız gerektiği zamanda aşık olursunuz. İçinizde farklı bir müzik başlar ve eğer karşılıklıysa bu bir müzik eserine dönüşür. Ben, teşekkür ederim hayatımdaki müziğe.
Gelelim hikayemize.
Tek istediğim birinin bana Fransada işlerin nasıl döndüğünü anlatması. Desin ki; onlar sadece film... Çünkü ben artık filmlerdeki gibi olduğuna inanmalı mıyım bilmiyorum.
Ve şiir gibi bir diliniz varken "seni seviyorum" demek neden je t'aime?!
Sağlık, para, aşk, arkadaşlar... her şey tamamken bile bir şeyler eksiktir bazen. Olay sadece bir amaç olmadan yaşamak eksikliği belki, belki tutku, belki bir başka şey. Bunu hisseden herkesi sevgiyle kucaklıyorum. Bu his var ve yalnız değilsiniz. Tehlike yokken aldığınız haz daha az olurmuş; biraz daha sabır.
Birinin sağladığı özgürlük sizi zincirler mi? Hiç düşündünüz mü bu paradoksu bilemiyorum ama sanırım hak vereceğiniz bir ilişki olacak. Kıskanmamayı başarmak diye bir şey de yoktur sanırım; onu hiç hissetmemek vardır. İlki zor; ikincisi mutlak mutluluktur.
Arzular içimizde bir ağacın yaprakları gibi fışkırır ve onlara dur demek mi bizi yüceltir peşinden gitmek mi? Çoğunlukla bizi aşka gözlerimiz yönlendirir. Bazen de yanıltır.
Frida Kahlo, "Sadece yaşamayanlar ölürler" der. İşte farklılıklarımızdan biri daha.
Bu filmin sonunda benim düşündüğüm bir şey daha var: Woody Allen, geldiysen üç kere vur!
Üzerinden çok zaman akmış filmleri izlemek bazen insanı ufak da olsa yoruyor. Eskiden ne kadar çok şeye tahammül ediyormuşuz diyor; şimdilerde hayatımıza yeni "tabu" olarak girmiş şeylere bir zamanlar gülüp geçtiğimizi fark ediyoruz. Sımsıcak Meg Ryan gülümsemesi ve Seinfeld benzerliğiyle Billy Crystal'ı bu kadar yıl sonra izlemek gayet keyif verici bir aktiviteydi, tavsiyedir.
Harry'nin bu dünyadaki en karamsar insan olması ve Sally'nin en zorlu kadınlardan biri olması hiçbir şeye engel olmazdı normalde, fakat bazı hikayeler siz olmasını istediğinizde ya da olup olmamasının sizin için çok önemli olmadığı dönemde gerçekleşmez. Her şey kendi dünyasında oldukça özeldir ve kendi anının parlayacağı zamana kadar bekler. Bu belki 11 yıl sürer belki 3 ay...
Film, yani Harry, başta bize erkeklerle kadınlar gerçekten arkadaş olabilir mi sorunsalını yüklüyor. Düşündürüyor ve diyor ki; sonunda olan arkadaşlığa olur.
İşte eski filmleri yeniden izlemenin getirileri olduğu kadar bazı götürüleri de oluyor. Artık böyle değil, hiçbir şey o zamanlardaki gibi değil diyorsunuz. Bu olayları hayatımızdan çıkartalı çok zaman oldu. Siz bu paradoksu düşünürken olaylar gelişiyor, arkadaşlıklar, tüm bağlar gözlerinizin önünde sıcacık kliplerle beliriyor. Birine dayanak olmak insanları birleştiriyor aslında ortak hayaller kadar ortak yaralar da insanlara -aynı gemideyiz- hissi veriyor.
Şimdilerde fenomen olan tüm cümlelerin çok eskiden yaşandığını hatta üzerine film çekildiğini görüyorsunuz izlerken. Bu hayattaki en hakiki cümle de bu filmde söylendi Harry tarafından:
"Çünkü hayatın kalanını biriyle geçirmek istediğini fark edince, hayatın geri kalanının bir an önce başlamasını istiyorsun."
Güzel şeyler oldukça basit anlatılıyor.
Hayatınızın en doğru zamanında parıldayan anları için izleyiniz.
Woody Allen ve kendi klasiği olan A Rainy Day in New York, diğer tüm filmlerinde olduğu gibi finali görmeden kesin yargılarda bulunamayacağımız bir konuda işlemiş, özellikle de karakterler için.
Gatsby ve Ashleigh ile birlikte bir gece New Yorkta geçirecek; birinin havai ve uçarı; diğerinin hayalperest, prensipli ve bir o kadar da tutkulu olduğu ilişkilerinin yağmurda ıslanmasına tanıklık edeceğiz. Anneleriyle belli bir mesafeden öteye geçmeyen erkek çocukları; aile kavramını ve kutsallığını sorguladığımız bu günlerde pek de göze çarpmıyor. Herkesin mutlaka bir açıklaması vardır.
Hayat bizi bir yerlere savururken planlarımız için neler yaptığımız ve yaşama tutunmaya verdiğimiz gayret sevginin ismini belirliyor. Ne için sevdiğinizi bilmediğiniz herkes ve her şey rüzgarda savrulan yaprak gibi oradan oraya savuruyor sizi. Dönüp dolaşıp aynı bahçeye de düşseniz üzerinizde hep geçip gittiğiniz yerdeki tecrübeleriniz kalıyor, sonra boşluğa; upuzun yollara bakarak günleri geçiyorsunuz.
Birlikte plan yapmaktan daha güzel bir şey varsa o da birlikte hayal kurmaktır ve bunların ikisi siyahla beyaz kadar birbirinden farklıdır. Eski dönem siyah-beyaz filmlerdeki romantik sahneleri yaşamak için bunu iki kişinin de istemesi gerekiyor. Aynı heyecanı ve etkilenmeyi paylaşmadığınız her an sadece ıslanmış oluyorsunuz.
Birlikte yağmurda yürüyüp zatürre olmadığınız; birlikte plan yapmaktan çok hayaller kurabileceğiniz aşklar için izleyiniz.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Her izlediğimde Summer'ı anlar, Tom'un, ona aşkın insana yüklediği bencillikle davrandığını düşünürdüm (sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değil ya). Zaman geçti -people change, feelings change- yasası devreye girdi. Dedem hep insan yaşlandı mı kalbi yumuşar, daha kırılgan olur derdi; belki de öyle oldu. Hayattaki karar verme noktalarımızın o anki yaşadıklarımızla, hislerimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık izlerdim ama en son Summer'a Eyşan bile dedim, içimden.
"İlişkiler genelde çok karmaşık, insanlar hep inciniyorlar" der Summer, ki hala çok haklı buluyorum. Buradaki mutsuzlukların, üzüntülerin sebebi Tom'un gözü kapalı aşkı. Herkes gibi. İlişkilere tek taraflı baktığınızda mutsuzlukları görmezden gelip buna rağmen bağlanmayı seçerseniz devamında da tabii ki bunalımı ve ayrılıkla baş etmeyi öğrenmeniz gerekecektir.
İnsanlar sizi ve sizin sevdiğiniz yerleri hak etmemelerine rağmen onlara içinizi açar ve o yerlere götürürsünüz. Hayat işte. Sevdiğiniz müzikleri paylaşır, filmleri tekrar izlemek istersiniz. Hayalleriniz paylaşır geleceğe dair belli belirsiz onu da içine katarsınız. Belki evinize alacağınız küçük bir eşyayı bile onunla almaya gider, sizi terk ettiğinde de beraber tamir ettiğiniz musluğa bile kinle bakarsınız.
Cefasını çektiğiniz o hayatın sefasını başkası sürmeye başladığında dumur oluyorsunuz asl olarak. Hayat o noktada bitiyor gibi gelse de aslında başlıyor demeliyiz, düştüğün yerden kalkmak bu bir nevi. Canım Tom, keşke sana sarılabilsek.
Yine bana The Smiths'i ve There's A Light That Never Goes Out'u onbinyüzmilyon kere dinlemek düşüren bu hikayenin <Expectation/reality> kısmına, samimiyetle belirtmeliyim ki kalbinizi bırakacaksınız.
Hayat. Böyle bir şey işte. Tom "Bana hissettirdiklerine aşığım. Sanki her şey mümkünmüş gibi ya da ne bileyim… Hayat aslında yaşamaya değermiş gibi." diyordu.
Ya da
"Her damla gözyaşıma ziyadesiyle değdin" demişti biri. Önemli olan bunları diyebilmek bence.
Summer efect yaşatmayacak bir aşkla, tesadüf pamuklarının arasında gerçek aşkınızı, ruhunuzun eşinizi bulacağınız düşüncesini her zaman umut ederek izleyiniz.
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.