Berkun Oya ve Netflix'in yeni tazesi yayınlandı. Bu sonbaharın belki de en merak edilenlerinden biri olan bu hikaye insana gerçekliğini sorgulatıyor. İç Anadolu'nun en net yaşam tarzına sahip ailesi, evin harbi reisi olan babaları Bekir'in ölümüyle sarsılır. Bir süre sonra şehre göçerler, ardından da aile üyelerinden Kadir'in film çekecek olması amacıyla bir araya gelir.
Hikaye de burada başlıyor zaten; herkesin içinde kalmış, bitiremediği ne varsa yüzleşmesine sebep oluyor bu birleşme. Gözlerde hep bir sulanma, derinlik. Her birinde gözleyip bu da bundan böyle olmuştur kesin diye iç geçirme çabası. Devam eden hayatların nasıl da bir yerde sıkıştığını, kimsenin aslında unutmadığı gerçekliğiyle unutmuş rolü yaptığını ve tramvaların nasıl da koca bir dağa dönüştüğünü izliyoruz.
Kurulan düzende, devam etmesi gerektiği gibi devam eden bir evlilik. Toplumsal sıkışmışlık, eğitimsizlik ve ekonomik güçsüzlük. Kendi çaresizliğine mecburen ortak ettiği çocukları ve tüm bu sıkışmışlık arasında kocasının ölümüne sebebiyet verme düşüncesinde hayatına devam etmeye çalışan bir anne Havva. Saliha annesi ile dertleşirken, senelerdir seni anlatıyorum doktora diyor. Doktorun yetişkin bir insansınız tanımında bile ne kadar küçük hissettiğinden bahsediyor, bir türlü affedemiyorum ama suçlayamıyorum da diyor. Pencereden aldın göğsüme oturttun o taşı diyor. Diyor da diyor..
Her karakterde biraz kendinizden bir şeyler bulacağınıza inanıyorum, sımsıcak hissettirirken üşüten bir film bu tıpkı aile gibi. Olgun Şimşek oyunculuğu mesela, o kadar gerçekçi ve etkileyici ki. İnsanın izlerken bu adamın bir oyuncu olduğunu ve bunu da rolü gereği yaptığı gerçeğini unutuyor. Nur Sürer'e zaten hayatı ve yaşam tarzı açısından kendime her zaman yakın hissetmişimdir. Keyifle izleyeceğinize eminim, lütfen izleyin 💓
Merhaba! Geri dönüşüm muhteşem olacaktı, ben de muhteşem olmasını sağlayacağım tüm imkanları olgunlaştırıp buraya düştüm. Uzun süredir yeni film önerisinde bulunmuyordum, uzun derken gerçekten de uzun bir süre olduğuna eminim. Hiçbir şey yazmadım diyemem, kendimi tamamlama ve dönüştürme yolculuğumda en çok kendimle konuştuğum bir gerçek.
Bu filmle başladığım için de ayrıca mutlu ve pozitif hissediyorum kendimi, New York gibi kalabalık bir şehirde yalnızlık çekmekten kaçınan esas kızımız Alice etrafında dönüyor film. Arkadaş çevrisine de yüzeysel dokunmuyor değil elbette, hikayenin baştan sona bir yalnızlık korkusu olduğunu sandıysanız şu dakika yanıldığınızı söylemeliyim. Bu sadece kendine dönmenin kısa bir hikayesi.
Aynı isimde bir kitaptan uyarlama, henüz çevrilmemiş olduğundan başka bir bilgiye de sahip değilim açıkçası. Okumak ister miyim? Bilemedim. Sanırım tercihim bu eğlenceli hikayeyi izlemek olurdu. Rebel Wilson'un samimiyetten koparmadığı komikliğine hayranım çünkü. Tavsiye yazılarında film hakkında çok fazla konuşulmasının izleme isteğini öldürdüğünü düşünürüm hep. Bir an önce uygun zamanı yaratan tüm kadınların izlemesini istiyorum. En az benim kadar içinizi ısıtacak.
''Yalnız olmakla ilgili bir şey de onu beslemen gerektiğidir, çünkü bir hafta içinde ya da hayatın boyunca, belki de yalnız olmak için sadece bir şansın olabilir. Sadece bir an, hiç kimseye bağlı olmadığın ilişkide olmadığın bir zaman geçir. Bir ebeveynin, bir hayvanın, bir kardeşin veya arkadaşın olmadan. Kendi ayaklarının üzerinde durduğun an. Gerçekten yalnız olduğun bir an. Ve sonra... Hepsi bitecek.''
Keşke Jane Austen ile akşam üzeri sütlü çay keyfi yapma şansımız olabilseydi. Bazen bazı insanları anlamaya, tanımaya çalışırken bir şeyler içmek istediğimi fark ediyorum. Bu şekilde yolda ya da tatilde tanıma fikrinden daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Jane Austen ile de sanırım tartışacağımız şeyler çok uzayacağı için Hampshire'da bir iki gece kalabilirdim.
Her zaman dediğim gibi ben biraz geç doğmuşum, yetişemedim. Tek bir soru sorma hakkım varsa da bu olurdu herhalde: Hanımefendi, sizi aşkı çiçek böcek güneş bulut sanmış olabilir misiniz? Biraz keskin bir soru olsa da beni anlayacağını ve asla salon kadını çizgisinden çıkıp bana cevap vereceğini sanmam.
Tarihsel olayları o dönemin koşullarıyla yargılayın derler hep ama söz konusu duygular olduğunda bunu beceremiyorum. Daha doğrusu beceriyorum ama içime sinmiyor. O dönemin "aşk"larını yüzeysel buluyorum. Belki de döneminin kadınlar üzerindeki; kusursuz ol ki seni sevsinler, belirli bir yaştan sonra evde kaldın, kocan ne yaparsa onayla, ona hep güzel görün.... saçmalıklarıyla beyinlerini doldurmaları sebebiyle her şey bu kadar havada kalıyordu. Birbiriyle hiç uzunca sayılabilecek bir süre muhabbet etmeyen, eli eline değmemiş, gerçek duygularını geçirdikleri o kısa zamanda bile konuşamamış, arkadaşlarıyla bile hep bir şeyler gizleyerek sohbet eden genç kızların hikayeleri dönemin aşk hikayelerini oluşturuyor. Zaman geçtikçe kendimiz olabilmeyi; hissettiklerimizi söylemeyi öğrenmişiz. Yoksa menemen bardağı gibi dizilip güçlü kuvvetli kocamızın bizi almasını beklerdik.
Jane, Darcy'ye acaba gerçek hislerini iyisiyle kötüsüyle söyleyebilecek mi? Darcy, sevmediği bütün insanları balosuna toplarken ne düşündü? Lady Lucas evlendiği adamı gerçekten mi sevdi yoksa evde kalırım diye mi korktu? Bunlar hep soru işareti. Bennet'lerin bu dünyadaki varoluş amacı ne? Hali hazırda aşıksanız ve etraf size pespembe gözüküyorsa bu filmleri izleyip bana sinir olacaksınız çünkü çok tatlı gelecek. Erkenci Kuş dizisini izleyip aşklarıyla kendinizi avutuyorduysanız işin şekli değişecek.
Bütün aşklar kendi sertifikasına sahip ve her aşkı bizzat yaşamadığımız sürece bize biraz yüzeysel ve anlamsız gelecek, bunu kabul ediyorum. Yazının sonunda sizinle barışabiliriz diye düşünüyordum ama hali hazırda kıpır kıpır değilim, yapamadım. Keira Knightley'in en yakıştığı oyunculuğun bu olduğunu düşünüyorum eğer kabul görürse. Rosamund Pike'ımız ise en masum haliyle...
Varsın tüm aşklar yüzeysel gözüksün. Yaşayan herkesin tüm hücrelerine zaruret etmesini temenni ederek izleyelim.
Little Women; 80'li yılların savaş sonrası Amerika'sında 4 kız kardeşin hikayesini konu alan Louisa May Alcott tarafından yazılmış oldukça popüler bir roman. Aynı romandan uyarlama bu filmin bana aşırı derecede yakın gelmesinin en temel nedeni 4 kız kardeş olmamızla alakalı olabilir.
Meg, Jo, Beth ve Amy. Birbirinden farklı huy, beceri ve kişilikteki kardeşleri tek bir ortak noktada toplayabilen ciddi bir bağ var. Her ne olursa olsun birbirlerinden aldıkları destekle toparlanabildikleri, koşulların olgunlaştırmadığı her şeyi sihirli bir değnek kullanıyormuş gibi anında güzelleştiriyorlar. Ciddi bir bağ; birbirlerine besledikleri Sevgi.
"Hayat, kız kardeşine kızamayacağın kadar kısa."
Gerwing'i Frances Ha ile tanımıştım, seneler önce filmi izlediğimde de aynı tadı almıştım. Her şeye rağmen "dik durabilen kadın" alt metnini hiç kaybetmiyor. bu güzel kadını uzun yıllar takip edebilmeyi diliyorum.
Her şey birbiri etrafında dönebilir, sahneler kendini tekrar edebilir. Sizin iç dünyanızda bırakacağı hislerle bir başkasında bıraktığı duygular hep farklı olur. Doğru olduğunu hissettiğiniz her ne varsa geri planda bırakmadan gerçekleştirin, çünkü hayat kendinizi kıramayacağınız kadar da kısa.
Hayallerimin seninkinden farklı olması önemsiz oldukları anlamına gelmez.
Böyle ne zamandır yazmadığımı hesaplayınca geçen süreye içerlenmedim değil, peki ya neden? Elle tutulur bir açıklaması yok elbette, akıp giden zamanda geçip gitmesini bir an önce dilediğimiz bu günlerde yine kafamı meşgul edecek bir yığın işle uğraşıyorum. Bunlara kurumsal kimliğim de dahil elbette.
Seveceğimi düşündüğüm filmleri bir günde iki tane izleyecek şekilde planlasam yine de bitiremem. Listenin başında da The Diary of a Teenage Girl vardı. Başladığında ben bu filmi izleyebilir miyim diye düşünmüş olabilirim. Önyargıları yendiğinde vardığın o virajda bekliyor olacağım çünkü film bittiğinde ben o virajın sonunda bambaşka hissediyordum.
"Büyüdükten sonra anaokuluna gidip orada her şeyin minyatür olduğunu düşündünüz mü? Sandalyeler, masalar sandığınızdan çok daha küçük değiller mi? Hiçbir şeyin değişmediğini biliyorum. Ama her şey bana farklı gözüküyor."
Minnie, 15 yaşında kendini keşfetme hikayesine şahitlik ettiğimiz bence soğuk ama bir o kadar da çekici karakterimiz. Kendini keşfetme diyorum aslında sadece kendini değil insan davranışlarını, hikayesinde attığı her adımın onu nereden nereye götüreceğini de yavaş yavaş keşfediyor.
Sonra ne mi oluyor? Minnie gibi hikayenize ortak olanların vurduğu ve kırdığı tüm olguları onarmaya çalışıyorsunuz. Ara sıra yaşadığı akıl kayması (nefret ettiğini söylediği adamın dizlerinde ağlaması mesela) hareketlerinde bu hikayenin zaten izleyen ve yaşayan tüm insanlığa zararı dokunacak- gibi geliyor. Oysa ki insanın tüm zarar görmüş duyguları ve istekleri hayattaki beklentilerini geliştiriyormuş. Onları büyütüyormuş, küllerinden yeniden doğuruyormuş. İnsan, Minnie gibi en dibe düşmeliymiş ki kolayca ayağa kalkabilsin.
Marielle Henner, her şeye biraz dokunan ismimiz. Yönetmen, yazar ve aynı zamanda oyuncu. The Diary of a Teenage Girl yönettiği ilk filmi. Görsel şölenleri ve soundtrackları konusunda oldukça çekici bulduğum filmimiz de bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Ara sıra beklemediğim yerden fışkıran çizimlerle beni oldukça farklı bir hikayenin içinde olduğuma inandırdı.
Belki de kimse beni sevmiyor.
Belki kimse beni sevmeyecek.
Ama belki bir başkası tarafından sevilmekle ilgili değildir.
İnsan kendini bulduğu her anda kendisinden biraz daha uzaklaşıyor, umarım hikayeniz bunun tam tersi şekilde devam eder. Kendinizi virüsten koruyun, iyi seyirler.
71. Venedik Film Festivalinde Adam Driver ve Alba Rohrwacher'a ödül kazandırmış bir hikaye ile yeniden buralardayım. Başlangıçta her ne kadar gülecekmişsiniz gibi dursa da öyle sanıyorum ki film boyunca birinden ya da durumdan yalnızca rahatsız olacaksınız.
Günümüzce sıkça konuşulan, lehinde ya da aleyhinde tarafları sıkça tartışmaya sokan bir konu farklı bir bakış açısıyla ele alınmış. Geçiş dönemleri, yıllar öncesi ve sonrası kısımları izlerken belirtilmiyor ama konunun o kadar içinde duruyorsunuz ki anlamamak elde değil. Öyle sanıyorum ki birçok kişinin de kulak kabartması gereken bir film; uçuk kaçık değil, önemli yerlere nokta atışı yapılmış. Vegan beslenme, ebeveynlik ve farklı kutupların birbirini çektiği ilişki sahipleri özellikle izlemeli bence.
Bazen ilişkiler sadece gülüşmelerden, komikliklerden, şakalardan; karşılıklı hoş sohbetlerden veya evin badana rengini seçerkenki güzel anlaştığınız anlardan, ortak zevkleriniz olan sanatsal faaliyetlerden oluşmuyor. Bir adım ötesini görmek, her türlü fantezinin getirisini götürüsünü ölçüp biçmekle alakalı olabiliyor.
Aşklar ve meşkler gelip geçici olmasa da zamanla kendini ihtiyaçlar hiyerarşisinde aşağılara bırakabiliyor. Bambaşka konularda da birlikte düşünmek, tek başına düşündüğünüz en korunaklı ve en doğru yoldan bile daha kıymetli.
Film boyu tek bir kişiye odaklanmak zorunda bırakılıyorsunuz çünkü öfke ve bildiğimiz doğrular diğer her şeyi bertaraf ediyor. Gözünüzün önünde sadece herkesin iyiliğini isteyen bir insan için canavarca hisler besleyebiliyorsunuz. Yanlışın esas tarafı önceleri pes dedirtirken sonra kendisine de acıma gerektirecek kadar büyük bir buhran içinde savruluyor.
Yanlışlar birçok kişi için yanlış ve bir yanlışı asla diğer yanlış örtmüyor, sıkça bunu hatırlayalım.
Ben, evlenip bebek sahibi olmayı düşünen kız arkadaşlarıma "bu filmi izle" dayatmasını yaparken siz; düşüncelerinizin esiri olmadan izleyiniz.
MaudLewis, hayatının çok büyük bir kısmını romatoidartrit hastalığı ile uğraşarak geçirmiş bir Kanadalı folk art sanatçısı. Hastalığıyla uğraşmış ama hiç yılmamış; artriti en çok kollarında etki göstermeye bile başlasa resim çizmekten bir an olsun vazgeçmemiş.
Ona hayatı yalnız biri refakatinde geçirebileceği, hayatı boyunca yalnız kalması gerektiği öğretilmiş ama hayata bir kez gelen Maud, hizmetçi olmak için çıktığı yolda bir şekilde ona ait olan ailesini, aşkını bulmuş. Hayatın size sundukları değil de sizin seçebilmek için ne kadar savaştığınız gerçeği hayata tutunma şeklinizi gösteriyor. Maud, dişiyle tırnağıyla dedikleri cinsinden tutunuyor.
Hayat sizi ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın, yakınınızda yörenizde sessiz bir el olarak bile olsa destek olan birine ihtiyaç var. En azından tek odalı bir kulübede dünyaca ünlü bir ressam olmak için gerekiyor. Eğer biricik aşkı Everett duvarları bile boyamasına müsaade etmeseydi 0,75 centlik resimleri kimse göremeyecekti.
Maud: Farklı çoraplardan oluşan çift gibiyiz.
Everett: Ben esnemiş, çirkin olanım. Üstümde birçok delik var.
M: Hayır.
E: Evet, sert ve gri.
M: Hayır.
E: Evet.
M: Ve ben de düz, beyaz pamuklu çorabım.
E: Hayır, sen kraliyet mavisisin, kanarya sarısısın.
“Bazen pır pır eden bir kuş, bazen yaban arısı. Harekete geçmek için tek gereken şey hayat. Hayatın tümü çoktan çerçevelenmiş.”
İki kişi gidilen hastaneden tek dönmenin acısı Everett’te var. O da sevdi bence. Tam da beğenmediğimiz, söylemese de sevdiği bilinen cinsten.
Filmin sonu apayrı bir dünya. Gerçek görüntülere yer veriliyor. Maud o kadar tatlı ki, izlemelisiniz.
Hayatı Maud’un gözünden en az onun kadar renkli ve onun fark ettiği şekilde güzel çerçevelenmiş gibi izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.