Aşkların, ilişkilerin ve insanların her zaman ve her yerde farklı olabileceğini belki de milyonlarca kez konuşmuşuzdur. Sıradaki hikayemiz, izleyenler için Paris Je'taime, Tatlım Tatlım tarzı; izlemeyenler içinse step by step ilerleyebileceğiniz ve birçok hikayeyi art arda görebileceğiniz bir hikaye.
Aşk aynı aşk -kelime olarak- ama değil 10 farklı hikaye; 3000 farklı hikaye bile yazılabilir üzerine.
Olmanız gerektiği zamanda aşık olursunuz. İçinizde farklı bir müzik başlar ve eğer karşılıklıysa bu bir müzik eserine dönüşür. Ben, teşekkür ederim hayatımdaki müziğe.
Gelelim hikayemize.
Tek istediğim birinin bana Fransada işlerin nasıl döndüğünü anlatması. Desin ki; onlar sadece film... Çünkü ben artık filmlerdeki gibi olduğuna inanmalı mıyım bilmiyorum.
Ve şiir gibi bir diliniz varken "seni seviyorum" demek neden je t'aime?!
Sağlık, para, aşk, arkadaşlar... her şey tamamken bile bir şeyler eksiktir bazen. Olay sadece bir amaç olmadan yaşamak eksikliği belki, belki tutku, belki bir başka şey. Bunu hisseden herkesi sevgiyle kucaklıyorum. Bu his var ve yalnız değilsiniz. Tehlike yokken aldığınız haz daha az olurmuş; biraz daha sabır.
Birinin sağladığı özgürlük sizi zincirler mi? Hiç düşündünüz mü bu paradoksu bilemiyorum ama sanırım hak vereceğiniz bir ilişki olacak. Kıskanmamayı başarmak diye bir şey de yoktur sanırım; onu hiç hissetmemek vardır. İlki zor; ikincisi mutlak mutluluktur.
Arzular içimizde bir ağacın yaprakları gibi fışkırır ve onlara dur demek mi bizi yüceltir peşinden gitmek mi? Çoğunlukla bizi aşka gözlerimiz yönlendirir. Bazen de yanıltır.
Frida Kahlo, "Sadece yaşamayanlar ölürler" der. İşte farklılıklarımızdan biri daha.
Bu filmin sonunda benim düşündüğüm bir şey daha var: Woody Allen, geldiysen üç kere vur!
Woody Allen ve kendi klasiği olan A Rainy Day in New York, diğer tüm filmlerinde olduğu gibi finali görmeden kesin yargılarda bulunamayacağımız bir konuda işlemiş, özellikle de karakterler için.
Gatsby ve Ashleigh ile birlikte bir gece New Yorkta geçirecek; birinin havai ve uçarı; diğerinin hayalperest, prensipli ve bir o kadar da tutkulu olduğu ilişkilerinin yağmurda ıslanmasına tanıklık edeceğiz. Anneleriyle belli bir mesafeden öteye geçmeyen erkek çocukları; aile kavramını ve kutsallığını sorguladığımız bu günlerde pek de göze çarpmıyor. Herkesin mutlaka bir açıklaması vardır.
Hayat bizi bir yerlere savururken planlarımız için neler yaptığımız ve yaşama tutunmaya verdiğimiz gayret sevginin ismini belirliyor. Ne için sevdiğinizi bilmediğiniz herkes ve her şey rüzgarda savrulan yaprak gibi oradan oraya savuruyor sizi. Dönüp dolaşıp aynı bahçeye de düşseniz üzerinizde hep geçip gittiğiniz yerdeki tecrübeleriniz kalıyor, sonra boşluğa; upuzun yollara bakarak günleri geçiyorsunuz.
Birlikte plan yapmaktan daha güzel bir şey varsa o da birlikte hayal kurmaktır ve bunların ikisi siyahla beyaz kadar birbirinden farklıdır. Eski dönem siyah-beyaz filmlerdeki romantik sahneleri yaşamak için bunu iki kişinin de istemesi gerekiyor. Aynı heyecanı ve etkilenmeyi paylaşmadığınız her an sadece ıslanmış oluyorsunuz.
Birlikte yağmurda yürüyüp zatürre olmadığınız; birlikte plan yapmaktan çok hayaller kurabileceğiniz aşklar için izleyiniz.
Masalımsı tüm detayıyla izleyip beğendiğimiz, aynı isimli romandan uyarlama filmimiz.
+ Çok güzel görünüyorsun Molly. - Senin gözlerin kör, eski dostum..
Geçmiş zamanda toplum tarafından ötekileştirilen ve yine aynı toplum tarafından ayıplanan bir genç kadının kızı olarak dünyaya geliyor Tilly. Burada tüm ahlaksızlığı yapan ancak ördükleri iyi profil sebebiyle dikkat çekmeyen insanların Tilly ve bence dünyanın en eğlenceli annesi Molly'ye iyi gelememelerini ve hiçbir zaman da iyi gelemeyeceklerini izledik.
Dungatar kasabasında çocukluğundan ve gerçekliğinden uzaklaştırılmış Tilly'nin bir gün hasta annesini ve ona bu durumu yaşatan herkesle karşı karşıya gelmesiyle başlıyor ve "Bir masal nasıl bu kadar gerçekçi olabilir?" sorusunu akıllara getiriyor. Filmin ilk yarısında oldukça eğleniyorsunuz ve bence bu derece akıcı komedilerin de evlere kapandığımız bu umutsuz dönemlerde ilaç gibi geleceğinden şüphem yok.
İnsanın hayatına etkisi büyük tanıdık bir konunun bu kadar etkili aktarıldığı senaryoları izlemekten keyif duyuyoruz, Teddy'nin ambara atladığı sahnede aklınızı bir süre bırakacağınız ve ancak filmin sonuyla normale dönebileceğiniz bu hikayeyi hemen izleyin derim.
Merhaba! Uzun bir aradan sonra sonunda fırsat yaratabildim, bir süredir yoğun bir şekilde çalışıyor olmamdan kaynaklı kendime ayırdığım sınırlı süre sebebiyle buraya bir şeyler karalamak için gerekli ve yeterli enerjiyi bulamıyordum. Dönüş filmleri her zaman biraz daha heyecanlandırır beni, daha önce de bir çok filmde belirtmiştim zaten. O yüzden özel bir film olmasını istiyorum, isteyeceğim ve isterim.
Pretty Woman, romantik komedi tutkunlarının alıp sarmaladığı ve seneler geçse dahi Hollywood'a olan tepkilerin bir türlü azalmadığı, azalmayacağından emin olduğum beklentilerin ve duyguların aslında insanı bir noktada değiştirebileceğinin canlı örneği filmimiz. İzlerken tüm bunlardan bağımsız iki insanı da ayrıca algılamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorsunuz.
Hayat kadını olmanın cazip geldiği, gelmek zorunda kaldığı ve geri dönüşü olmayan bir dönemde geçimini istemeyerek de olsa o şekilde sağlayan Vivian ile Edward'ın tesadüfi karşılaşmasıyla başlıyor film. Muhakkak o saniye ikisinin de başına gelecekleri az çok tahmin ediyorsunuz ama bence zamanının en iyilerinden biri bu film. O senelerin Beverly Hills'i, paranın akıl almaz gücü (ki bu şu anda da geçerli), eğlenceli ve bir o kadar mutsuz sonla biteceğinden kuşku duymadığınız bir akıcılığı var filmin. Oradan oraya sürüklenen ve aslında olması gerektiği kişiye geri dönebilmesinin gerekliliği ise Edward. Zaten Vivian filmin başındaki kadın değil, peruğundan uzaklaştığı ve kameranın ona çevrildiği sahnede Edward bakışıyla beraber siz de fark ediyorsunuz.
"Kötü şeye daha kolay inanılıyor."
Hayatınızın bir köşesinde belki Edward ve Vivian'ı uzaktan izlemek zorunda kaldıysanız ya da bir başka köşede Vivian'ı eleştirdiyseniz, Edward'ı ayıpladıysanız veya tüm bunların hepsini gerçekleştirdiyseniz sizi oldukça kendine çekeceğinden eminim. Yasağın birinci günü akşamına yakışacak inanmak isteyenin inanmaya devam edeceği güzel bir masalın filmi, keyifli seyirler dilerim.
Hayatımıza netflix girdi gireli başka platformlardan film izlemeyi unuttum. Eskaza sinemaya yetişemezsem bir daha açıp da izleyemiyorum. Bu platformun hayatımıza yapmış oldu gizli baskıyı görüyorum ve şimdilik kabullendim.
***Şimdilik reklam değildir.***
Ricky Gervais'i aşırı başrolde gördüğümüz bir film izliyoruz 100 dakika boyunca. Yazanı, yöneteni ve başrolü olan Gervais'e bol alkış rica ediyorum. Kendi sistematik eleştirisini sunan ama aynı zamanda boş bir ön fikirle izlediğinizde ee noldu eninde sonunda kurala bağladın ve elde bir şey kalmadı teması akıllarda belirebilir. Hayat tamamen dürüstlükle idare edilebilir mi yoksa ufak tefek yalanlar mı hayatı bize yaşanabilir kılar sorunsalını düşünmenizi rica ediyor kendisi. Jennifer Garner'ın nahif ve duru güzelliğine de yakından bakıyoruz, bu çok iyi.
İnsanlık tarihi başlangıcından itibaren yalanın icadına zaman zaman aşk duyup zaman zaman da lanetler yağdırıyoruz. Çünkü insan olmak bunu gerektirir; bir şeyin varlığından asla kesin olarak mutlu olup nefret edemeyiz.
İnsanların size kesinlikle inanacağını ve sizi asla sorgulamayacağını bildiğinizde ne kadar ileri gidersiniz?
Derinlemesine düşündüğünüzde otokontrolü sağlayamacağınız bir " güç" gibidir bu. Yalanlarımızla insaları manipüle etmek şöyle bir yana dursun; doğruluğundan emin olmadığımız görüşlerimizi, tespitlerimizi ve bilgilerimizi de başkalarının üzerinde etki sağlayacağını düşünürsek harika olay.
IMDb'deki 6,4'ü bıraktığı yüzesellikle hak ediyor aslında ama izlemeden de geçemeyeceğiniz sakin ve komedisel film.
Bizler için sıfır sıkıntı yaratan yalanlardan bir demetçe izleyiniz.
Merly Streep... Senin yaşlanmış olman, kırışıklıkların ve beni fazla abartıyorsunuz demen... bunların hiçbiri adil değil.
Ve Gary Olman, öldün mü? Everyyyoneeee bağırtın hala kulaklarımdayken beyaz saçlarına bakamıyorum, seni özleyeceğiz.
Burada çoğumuzun belki bilmediği belki duyduğu ama ilgilenmediği meşhur "panama papers" izliyoruz. Netflix için güzel bir proje, filmin sonu ise... neyse söylemeyeyim :)
Filmi izlerken birçok ekonomi/borsa terimlerini öğrenebilirsiniz hem de hiç sıkılmaksızın. Offshore hesaplar, para aklama, kabuk şirketler bla bla bla...
Filme adapte olmanız belki bir tık zaman alabilir ama yüzeysel bilgileri içeren bir ders kitabı gibi.
Bunca adaletsizliğin içinde hayatlarımız hiç bilmediğimiz hayatlarla ne kadar benzer. Kaybınız ne kadar kişisel olursa olsun başkaları için yaşamak suç olmalı diye düşünüyorum. Akabinde önünüzdeki bir kapı kapanırken açılan kapının saraya açıldığını göremiyorsunuz. Saray da bir nevi güzelleme dolayısıyla. Yoksa tabii ki mermerler umurumuzda değil; sadece dışarı baktığımızda Joe'yu görmek istiyoruz.
İçinizi kemiren şey sizi günlerce hatta belki de aylarca yedirmez, içirmez, güldürmez kimi zaman. Bütün dünya size karşı gelmiş de kollarınızda mecal kalmamış gibi hissedersiniz.
Yumuşak huylu olanlar ne zaman yer yüzünün güzelliklerini görecekler?
En başta söylediğimiz gibi bu kadar adaletsiz bir yaşam formunda kimsenin kazandığı yok.
"Mahremiyet çiş yaparken banyo kapısını kilitlemektir. Gizlilik ise kapı kilitleme sebebinizin insanların normalde banyoda yapmadığı bir şey yapmanız olmasıdır."
Sonunda iyiler mutlaka kazanır mottosuna çok da bel bağlamadan izleyiniz.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Tarantino filmlerinin herkes tarafından sevildiğini biliriz, sevilen aslında filmin bütünü olmasa da çoğu zaman hep bizden bir şeyler vardır ekranda. Bize özel gelen bir güzellik katılmıştır mutlaka her filmine. Karakter veya bir saliselik replikle yapacağını yapar, kondurmak istediğini kondurur. Göz ucuyla dahi baksanız bile bir yerden sonra yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız.
Kabul edelim, biraz zor bir filmdi. Etrafta da her sahnenin nedenleriyle kuşatılmış bir yığın inceleme varken zorluk derecesini arttırarak sıkmak istemiyorum. 60'lı yılların Hollywood'u.. Bu dönemde yaşanmış, yaşanmaya devam eden yıldızlaşma numaralarını Rick Dalton üzerinde toplamış Tarantino. Bu aşamada gittikçe kariyer hakkında endişe duyan bir aktörü izliyoruz, aslında Caprio ile Rick Dalton oldukça benziyorlar birbirlerine. Ağrına giden, dikkatini çeken her noktaya biraz dokunmak istemiş sanırım sevgili yönetmenimiz, bu kadarına gerek var mıydı? Tartışılır.
" Karım ve tüm sevgililerime, umarım asla karşılaşmazlar."
Tarantino'nun Sharon Tate'i bize bu kadar sempatik ve saygın bırakmasının da Tarantinoca bir açıklaması vardır elbet. Işıklar, arabalar, müzikler ve muhteşem kadrosuyla güzel bir film izliyorsunuz. Tüm her şey bu kadar güzelken sürekli ekrana yapışan ayaklar beni fazlasıyla rahatsız etti. Ayak görmekten hoşlanmam, fazla ayak görmekten hiç hoşlanmam. (Tarantino bunla neye gönderme yapmış olabilir acaba?) Cliff'in her defasında perde arkasında kalması ve Al Pacino'nun bu kadar yaşlanmış olmasına inanılmaz içerledim. Dönem filmlerini severim, araba hareket halindeyken ekrana yansıyan görüntülere bayıldım. İzlerseniz yorumlarınızı merak ediyorum, lütfen bizimle de paylaşın.
Akıl almaz çalma listesini de böyle bırakıyorum, şimdiden keyifli seyirler.
Zamanın eskitemediği kült filmlerden biri, benim bu kadar geç keşfimin de elbet bir ton sebebi vardır. Büyük ihtimalle bir kere izlemekle yetinmeyip tüm sahneleri ezberinize alacak kadar çok izleyeceğiniz bir dönem filmi.
"Ama ben kendi nedenlerinize göre bir şeyler yaptığınıza inanan biriyim, başkasının değil."
William Shakespeare'ın eserinden uyarlama filmimiz, (en dikkat çekici detayı da bence burası) asıl karakterlerimiz; Kat ve Patrick çevresinde dönen eğlenceli ve bir o kadar vurucu hikayesini anlatıyor. Ne güzel anlatmak ama, hiç çiçek açmayan o koca arazideki beyaz minik papatyayı fark etmek gibi.
Kat, okulda peşinden en fazla koşulan yan karakterin ablası. Hayat görüşü ve erkeklere karşı duruşundan dolayı kimsenin isteyerek yaklaşamayacağı biri. Bir şekilde yolları kesişiyor Patrick ile. O andan sonra anlıyorsunuz aslında; burada acı çekilecek. Gözyaşı var burada. Bu birbirinden güzel karakterleri bir araya getirmekteki üstün başarısından dolayı Junger'ı tebrik ediyorum.
Zamanın nasıl acımasız olduğunu fark etmenizi de sağlıyor. Zamanında bir sürü rolde gördüğünüz insanların değişimleri, bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz oyuncular. Heath Ledger, Candy filmiyle hayatıma giren muazzam karakter. Buradan da kendisini anmış olalım. Yanınıza alabileceğiniz filmlerden bir tanesi, umarım size değer katmasına izin vererek izlersiniz.
"Benimle konuşma biçiminden nefret ediyorum, saçının kesiminden de, arabamı kullanış şeklinden nefret ediyorum. Bana gözünü dikip bakmandan nefret ediyorum. O kocaman komando botlarından ve aklımı okumandan nefret ediyorum.
Senden o kadar nefret ediyorum ki bu beni hasta ediyor hatta bana kafiyeler düzdürüyor. Senin hep haklı olmandan nefret ediyorum. Yalan söylemenden nefret ediyorum. Beni güldürmenden nefret ediyorum hatta daha kötüsü ağlatmandan nefret ediyorum. Yanımda olmadığın zamanlardan nefret ediyorum ve beni aramamış olmandan da.
Ama en çok senden nasıl nefret edemediğimden nefret ediyorum. Nefrete yakın bir şey bile hissetmiyorum, azıcık bile olsa, hem de hiç!"
İlgi alanıma mı giriyor yoksa sadece şimdiki uyaran-uyarılan ilişkisinde miyiz bilmiyorum ama uçuşlar, miller, business class, boeing 770 vs... filmlerde çekici bulduğum kulağıma yüksek sesle gelen detaylardan. George Clooney zaten filmdeki en güzel detay. "Herkesin hayatına kimse karışamaz" elbette ama bu ilişkilere kızgın demirle göz dağlamak; evliliğe uçurumdan atlamak gibi davranan ıssız adam klişeleri artık midemizi bulandırmasına rağmen George Clooney hatırına çekiliyor. Çünkü güzel bir yalnız kalma şekli... Hikaye Amerikanın dönemsel yaşadığı ekonomik buhranında şirketlerin sık sık işten çıkartmalarla boğuştuğu günleri gösteriyor. Rayn da bu işten çıkarmaları bizzat çalışanlara giderek gerçekleştiren bir şirkette çalışıyor ve şirkette hatırı sayılır bir mevkide, işini zevke dönüştüren biri. İnsan psikolojisinden, beden dilinden sıkça bahsediliyor ve filmi bitirdiğinizde bu konuyla ilgili az da olsa fikir sahibi olabiliyorsunuz.
Birini bile isteye incitmek zor iş olsa gerek. Ateşe itmek gibi, çekip vurmak gibi... Tam bir dolu kadehi ters tut. Bunu profesyonelleştirmek ve tüm olasılıkları göz ardı edip sadece uçuşan pembe kelebeklerden bahsetmek de bu işin kurşun geçirmezliği. Örneğin, artık para kazanamayacaksınız demek yerine çocuklarınız sizi daha sık görecek hayatlarında daha fazla yer edeceksiniz diyorsunuz. Trajikomik.
Rayn bu şirkette çalıştıkça uçaklara ilgi duymaya başlıyor, bol bol mil toplayıp koleksiyoner kıvamına geliyor; oteller hakkında hatırı sayılır bilgiye sahip oluyor. Durmadan uçuyor, bavul hazırlama ustası; hayatıyla ve bu konuyla ilgili konferanslar bile veriyor. Derken hayat ve aşk konusunda kendi gibi düşünen biriyle karşılaşıyor; yollarda buluşuyor, programlarını birbirlerine göre hazırlayıp vakit geçiriyorlar. Ama biliyoruz ki hayat adil değil büyük bir dalgacı hatta düzenbaz. Bazı insanlar gibi.
Şirket Rayn'ın önderliğinde kötü haberi insanların ayağına giderek hallederken Natalie'nin önerisiyle bir yazılım geliştirip online yapmaya karar veriyorlar ve olaylar başlıyor. Çünkü her bitiş bir başlangıçtır.
"Hayallerinden vazgeçmek için aldığın ilk maaş ne kadardı?
Çıktığınız tüm seyahatler sizi sevdiklerinize götürecekmiş gibi izleyiniz.
Mutlu olma kararını verip mutlu olamamak. Aslında verilen kararın mutlulukla hiçbir ilgisi olmadığının farkında olarak çevre sakinlerini inandırdığını zannedip kendini yatıştırmak gibi bir hal, kısacık.
"Artık eminim, sonsuza kadar yan yana olmalıyız."
Anna Scott, esas kızımız. Dünyaca ünlü bir film aktristi olarak o çok dramatikleştirdiği hayatında William ile karşılaşıyor. Bazı karşılaşmalara sadece şapka çıkartıyorum. Hugh Grant'ın Anna'ya vurulma donukluklarında o kadar gerçeğe kapılıyorsunuz ki, sanki her şey gerçeğin ta kendisi. Sanki her şey mutlu! İki insanın birbirine gel gitlerini, kapılmalarını veya birbirlerinde boğulmalarını konu alıyormuş gibi aktarılan filmlerin özünde tüm oyuncuların hayatlarına bir tık dokunuyor olmaları beni her zaman mutlu ediyor. Yani aslında sadece aşk yok, her şey var. Herkes her şeye rağmen mutlu olabiliyor. Yine mutlu mu dedim ben?
Evren bazen bizimle alay ediyor, asla yapmam dediğimiz ne varsa yaparken buluyoruz kendimizi. Bile bile zorluyoruz çoğu zaman. Kalbimizin bir kez daha kırılmasının üzerine iyileşmeyeceğinden korksak da anların bizi iyileştireceğine sığınarak kayboluyoruz. İyi ki de öyle oluyor.
"İyi rol yapan bir aktrist olabilirim. Ama bir erkeğin karşısında durup, beni sevmesini isteyecek kadar da basit bir kızım."
LA LA LAND! Senenin belki en fazla ses getiren filmi, üzerine o kadar çok konuşuldu ki izlemekten keyif alırken kendimizi salonda bırakıp çıkacağız falan sandım. Ryan Gosling hayranlığımı bilen bilir, en düşük puanlı filmlerine kadar filmografisinde yer alan tüm filmleri izledim. Artı olarak izlemeden puanlarım her filmini. Bu nasıl bir evlat kayırmaktır?
Gelelim 2017 oscar töreninde isminden ultra söz ettirecek filmimize, Seb ve Mia'nın akıp giden zamanda devamlı karşılaşıyor olmalarıyla başlıyor film. İki farklı hayatın sizin hayatınıza yakın kesitlerini izliyorsunuz ekranda önce. Tutkulu ve yavaş yavaş yorulmaya başladıkları hayallerinin peşinden giderken birbirlerine destek olmaya başlıyorlar bir anda.
"Belki her zaman başarmak isteyen şu insanlardan biriyimdir ama benim için boş bir hayalden başka bir şey değildir."
Damien Chazelle'yi ilk olarak Whiplash ile tanımıştım, sonuna kadar ısrarcı olmaktan vazgeçmediği bir başarı hikayesini izletmişti bana. En sonunda öyle ya da böyle hayallerimizdeki hikayelerin başrollerini yaşayacaktık. Bu konuyu bu kadar güzel ve hissettirerek aktarabiliyor olması beni çok mutlu ediyor. Dümdüz, süslemeden. Açık ve net. Ryan Gosling'in her ne yaparsa yapsın üzerine hepsini çok güzel yakıştırdığından bahsedeceğim biraz, sonuçta insanlar sevdikleri şeylerden bahsetmeye bayılırlar. Dead Man's Bones grubu ile kalbimdeki fethini üst düzey sonsuzluğa taşımıştı, filmde seslendirdiği parçalarda yine aynı duyguya kapıldım.
Başlangıçlara şaşırdığımız anlar dışındaki kısımlarda elbet uçsuz hissettiriyor. Sen biraz sen olabildiysen benim verdiğim mücadele sonucu olmuştur o özgüveni var. Zamanın geçmişliğinde bizi biz yapan tüm ortaklarımıza koca bir sevgiyle. Hayattaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanarak daima küllerinden doğacak bir Anka kuşu olmayı unutmayarak aşkla ve bazen minik burukluklarla izleyiniz, seveceksiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.