"İnsanlar seni sevdiklerini söyler. Ama kastettikleri şey seni sevmenin onlara kendilerini nasıl hissettirdiğini sevdikleridir."
Kapağı ilk gördüğümde ilgimi çekip çekmediğinden şüpheliydim. En çok ilgimi çeken filmlerin hepsi de bu özelliğe sahip, başta hiç ilgimi çekmemiş olmaları. Anoreksiya Nervoza(Yeme bozukluğu) hastalığına yakalanan Ellen, aslında bu hastalıktan kurtulmak istemeyecek kadar zor zamanların gölgesinde kalmış asıl karakterimiz.
Netflix hayatımıza girdiğinden beri bu tarz filmlerden haberdar olma oranımız oldukça arttı, ben de bir Instagram paylaşımında denk geldim. Bu konuda Netflix'i popüler kültürün bir parçası ve kullananlarının oldukça sığ kafa yapısına sahip olduğunu savunan tüm yorumları kınıyorum.
"Yapmak istiyorum ama yapamıyorum." O zaman belki de bize bunu söyleyen o iç sese; "siktir git!" demenin zamanıdır."
Ellen, bir çok defa hastalığı yenmek için tedavi gördüğünü deneyimlese de bu tedavilerin çoğunda ilk önce kendisini iyileştirmesi gerektiğinin farkına varamaz. Dr. Beckham ile yollarının kesişmesinden sonra 5. kez tedaviyi kabul ediyor. Aslında bizi dibe çeken en önemli kaygılarımızın oluşmasına sebep olan şey çocukluğumuz. Yaşadığımız en ufak ve belki hatırlamakta zorlandığımız duygu karışımlarına sebebiyet vermiş bir yığın anı ile dolu.
"Hayatın kolay olmasını beklemeyi bırak. Birinin seni kurtarmasını ummayı bırak."
Ama yaşadığımız ve gerçekten yaşamak istediğimiz o ince çizgide kararsız kaldığımızda işler karışıyor.
Bu film; aslında karşılaşmak istediğiniz her fırsatı sizden başkasının karşınıza çıkaramayacağını, ne kadar mücadele ettiğinizi düşünseler de tek mücadelenin kendi içinizde verdikleriniz olduğunu gösteriyor.
Savaş gerçeğini yakın arkadaşlarınızın ailesinden dinlediğinizde o yaraya siz de eşlik ediyorsunuz. Korkunç bir şey, hayal ettiğiniz ürpertinin ötesinde. Twice Born, roman uyarlaması filmimiz bu kadar geç izlediğim için beni asla affetmeyecek.
1992 yılında Saraybosna savaşında korkunç bir katliamın ortasında kalmış bir dramı anlatıyor, her savaş filmi gibi üst düzey rahatsız edici ve izlemesi oldukça zor. Başlangıçta sizi sadece iki insanın birbirine olan bağının yavaş yavaş artmasını izletiyor, yavaşça aralanıyor tüm duygular. Herkes seçtiği yolda kendi hedeflerine ilerlemiş hayatını sürdürüyor. Öyle olması gerekiyor da gerçekten öyle mi oluyor?
Penelope Cruz, başarılı yaşlandırılmış haliyle bile kalbimizin baş tacı. Saadet Işıl Aksoy'u ilk kez bir projede izledim, duygular şelale. Nasıl başarılı bir oyunculuktur, nasıl sessiz. Sade. Tüm uğultular ve izlediğim onca rahatsız edici sahne sonrasında aslında gerçeğin altında da bazen üzücü bazense hiçbir şey hissettirmeyecek bir gerçeğin yattığını fark ettim. Biz iyi olsak da şu an savaş içerisindeki topraklarda büyümeye çalışan çocuklar, birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmış binlerce insan var. Savaşın ortasında kalmış olmak Gemma ve Diego'nun tek sorunu değil elbette, ben sadece o kısmı almışım.
"Hayır beni tanımıyorsun. Sadece görmek istediğini görüyorsun."
Zamanın belki de en ses getiren yapımları arasında yer aldı Bohemian Rhapsody, bunca zaman neden izlemediğimi açıklayamamıştım. Ta ki Reanjeno'nun tepkili şaşkınlığına kadar. (Aydınlanma için bin teşekkür.) Bu hafta sonum muazzam bir şekilde evde geçti, kusursuz diyemem çünkü deli gibi hasta oldum. Bağışıklığım kuvvetlensin diye harcadığım tüm efor suratıma suratıma çarptı. Bu durumu bile fırsata çevirdim, keşke bir kaç gün daha Pazar olsa.
"Olmadığın biri gibi davranarak hiçbir yere varamazsın."
Elbette anladığınız üzere efsanevi grubumuz Queen'in nasıl var olduğu, hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldikleri, Freddie'nin şanssızlıklarla dolu şansını anlatıyor. Belki belgesel değil ama zaten bu aşamada izleyebileceğiniz fazlaca seçenek mevcut, hiçbir fikri olmayanlar için muazzam bir ön gösterim filmi olabilir. Bana kalırsa biraz da; "Herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor." filmi.
Şans, elimizde olmadan burnumuzun ucuna konduğunu sandığımız fırsatlar gibi. Bence hepsini kendimiz, kendi ellerimiz ve tekrardan kendimiz yaratıyoruz, farkında olmadan dediğimizde de daha kıymetli oluyor. Biraz da hayatı biz sürprizlerle doldurmuyor muyuz? Sadece Freddie'nin şanssızlıklarını izliyormuşsunuz gibi ancak öyle değil bana kalırsa. Sonra en derinden bir yükseliş geliyor, bazen şanslı olmak da şanssızlıktır.
" Geriye bakmak yok. Sadece ileriye! "
Filmi yer yer yükselişlerle birlikte hafif gözyaşlarıyla bitirdim, gerçekten fazlasıyla motive eden bir havası var. Queen hayranlarının gerçeği yansıtma şeffaflığı ve sıralanışından memnun olmamasından dolayı fazlaca eleştiriye maruz kalmış olsa da benim için oldukça başarılı bir filmdi, bir anda insanın Rami Malek kadar yetenekli olası geliyor. Hikayenin özüne kadar inecek olursak tabii ki Mercury olmak isterdik.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Durağan, yormayan ama en sonunda insanı dumur eden filmlere bayılıyorum. Umarım onlar da bana bayılıyordur. Kesişen hayatların nasıl çekici geldiğini bilirsiniz, sizi üzecek olmasına takılmadan bunun bir lütuf olduğunu düşünerek her anınızı değerlendirirsiniz. Şanssız olduğunuz her durumu şansa çevirme takıntısını bırakmadıkça da olayın ciddiyetine varamazsınız zaten.
Arriaga ile daha önce tanışma fırsatı yaratmamış olanlar için şiddetle tavsiye edeceğim bir filmi Burning Plain. Onu tanıyanlar ve işbirlikleri konusunda ne kadar yetenekli olduğuna şahitlik etmiş olanlar Arriaga'nın yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu bu filmi kaçırmamışlardır muhakkak. Üç güzel kadının etrafında dönen, sizi en uca kadar sürükleyip orada yalnız bırakacak bir sona sahip. Belki de birileri için sadece başlangıç olur.
Bakış açınızı tek noktada tutmayıp, gözünüzün önüne her getirdiği karaktere sarılma isteği uyandırıyor. Büyüttüğü karakterin ana temasında yatan hikayenin ise beyninizi uyuşturacağına yemin edebilirim ama bunu size kanıtlayamam.
Yaş aldıkça uzaklaştığınızı sandığınız en yakın şey geçmişinizdir.
Arriagana'nın kesişen hayatlar etrafında kurguladığı bu hikayede bir diğer kadın zaman zaman siz oluyorsunuz, yalnızca bir kadını kapsıyor gibi gözüken bu hikayenin nasıl buralara geldiğine inanamayacaksınız. Suçladığınız her gerçeğin aslında büyük bir boşluğu kapladığını gördüğünüzde içinizden gelen burkulma sesini duyuyorsunuz. Her attığınız adımda, söylediğiniz sözde, attığınız bakışta karşı tarafın size yakışık gelmeyen davranışının altında büyük bir acı yatabiliyor olduğunu unutmamalısınız. İstem dışı yaşanmışlıkları, geçmişte yatan bu dozajdaki acılara bağlayan insanları da hayatınızdan çıkarmanızda fayda var. Çünkü, gerçek acılar asla kullanılmaz.
"Tüm hayatım boyunca gerçekten var olup olmadığımı anlayamadım, ama varım."
Onlarca kişi bir salonda Arthur'un Joker'e dönüşmesini ve kötülüklerin gölgesinde kalmak zorunda olmasını anlamaya çalıştık. Salondan çıktığımızda kaç kişi anladı sizce, belki 3 ya da 5. Geri kalan herkesin topluma ayak uyduramayan, fiziksel/biyolojik bir bireyi gördüğünde nasıl davranacağını ve davrandığını biliyoruz. Bu bir miktar sitem, her birine o gücü kim veriyor orası tartışılır elbet.
"Ya iyi olarak ölürsün ya da kötüye dönüşecek kadar uzun yaşarsın."
Arthur, sen dünyanın en şanssız çocuğusun. Dünyaya adapte olma çaban muazzam, şartların geliştirdiği o küçük dünyana sığamamış olma hikayen bize muhteşem bir film izlettirdi. Bu konuda çok fazla gelgitli tartışmalar var, o zaman öyleydi şimdi böyle. Ledger zaten kalbimizin Joker'i, onu asla arka plana atamayız. Bence bir an önce objektif bir şekilde tadına varın bu filmin.
"Umarım ölümüm hayatımdan daha mantıklı olur."
Hayatın belirli dönemlerinde hepimizin bir kırılma noktaları vardır, her gün bir kırılma anı yaşayan Arthur'un artık tüm sisteme yavaşça öfkelenmesi ve tüm bu denge bozukluğundan yaptığı hataların onu rahatsız etmemeye başlamasıyla gerçek bir Joker ortaya çıkarır. Phoneix, çiçeğim. Dünyanın en karakteristik suratına sahipsin ve muhteşem bir iz daha bıraktın. Gönül oscarımız sana gitti bile, bu ağır drama ile benim kalbimi yine en derinden fethettin. Neden "yine" dediğimi merak edenler için bir örnek; Her, 2013
Her izlediğimde Summer'ı anlar, Tom'un, ona aşkın insana yüklediği bencillikle davrandığını düşünürdüm (sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değil ya). Zaman geçti -people change, feelings change- yasası devreye girdi. Dedem hep insan yaşlandı mı kalbi yumuşar, daha kırılgan olur derdi; belki de öyle oldu. Hayattaki karar verme noktalarımızın o anki yaşadıklarımızla, hislerimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık izlerdim ama en son Summer'a Eyşan bile dedim, içimden.
"İlişkiler genelde çok karmaşık, insanlar hep inciniyorlar" der Summer, ki hala çok haklı buluyorum. Buradaki mutsuzlukların, üzüntülerin sebebi Tom'un gözü kapalı aşkı. Herkes gibi. İlişkilere tek taraflı baktığınızda mutsuzlukları görmezden gelip buna rağmen bağlanmayı seçerseniz devamında da tabii ki bunalımı ve ayrılıkla baş etmeyi öğrenmeniz gerekecektir.
İnsanlar sizi ve sizin sevdiğiniz yerleri hak etmemelerine rağmen onlara içinizi açar ve o yerlere götürürsünüz. Hayat işte. Sevdiğiniz müzikleri paylaşır, filmleri tekrar izlemek istersiniz. Hayalleriniz paylaşır geleceğe dair belli belirsiz onu da içine katarsınız. Belki evinize alacağınız küçük bir eşyayı bile onunla almaya gider, sizi terk ettiğinde de beraber tamir ettiğiniz musluğa bile kinle bakarsınız.
Cefasını çektiğiniz o hayatın sefasını başkası sürmeye başladığında dumur oluyorsunuz asl olarak. Hayat o noktada bitiyor gibi gelse de aslında başlıyor demeliyiz, düştüğün yerden kalkmak bu bir nevi. Canım Tom, keşke sana sarılabilsek.
Yine bana The Smiths'i ve There's A Light That Never Goes Out'u onbinyüzmilyon kere dinlemek düşüren bu hikayenin <Expectation/reality> kısmına, samimiyetle belirtmeliyim ki kalbinizi bırakacaksınız.
Hayat. Böyle bir şey işte. Tom "Bana hissettirdiklerine aşığım. Sanki her şey mümkünmüş gibi ya da ne bileyim… Hayat aslında yaşamaya değermiş gibi." diyordu.
Ya da
"Her damla gözyaşıma ziyadesiyle değdin" demişti biri. Önemli olan bunları diyebilmek bence.
Summer efect yaşatmayacak bir aşkla, tesadüf pamuklarının arasında gerçek aşkınızı, ruhunuzun eşinizi bulacağınız düşüncesini her zaman umut ederek izleyiniz.
Bazen hikayeler size yeni hiçbir an katmaz. Devamında büyük bir hayal kırıklığı bırakabilirler. Hayalini kurduğunuz gerçekleşme ihtimali güç tüm hayalleriniz gerçekleşse de sonunda sizi fazlaca kırma ihtimali yüksektir ki genelde ihtimalin ötesinde sonlanırlar. Ama bilirsiniz ki onlar olmadan yaptığınız hiçbir şeyin önemi yoktur ya da istediğiniz kadar mutlu hissedemezsiniz, sahi en son ne zaman hayallerimize kavuşmuştuk?
"Bazen yumruk atmanın en iyi yolu, geri adım atmaktır. Fakat fazla geri adım atarsan dövüşemezsin."
Maggie, geç kaldığına inanmayıp kendisini kulübün ortasında bulabilmek için tüm şartları o kadar zorluyor ki ancak o kadar zorlayabilir. Bu durumda bize kolay gelen her güzelliğin aslında bazen çok zor geldiğini, bazen getirtmek için çok büyük mücadeleler verilmesi gerektiğinin farkına varıyoruz. Frankie'nin en belirgin sınırını aşmaya çalışan Maggie'nin zaten o an çok güzel yerlere geleceğini hissediyorsunuz.
Frankie ve Maggie'nin hayatlarında birbirlerinden başka hiç kimsenin olmadığını sessizce fark etmeleri, günlerce ve yıllarca Maggie'yi hazırladığı maçlarda dövüşürken sessizce yaşadığı heyecanı, konuşmadan da bir şeylerin onlarca şeye dönüşebileceğini, seni hayata bağlayan tüm güzelliklerin hayallerinle bağlantılı olmasını, kaybedeceğin her şeyin bir gün hayal kuramayacak hale geldiğinde olacağını izliyorsun. 2005 yılının neredeyse tüm oscar ödüllerini toplamış gerçeğin ötesinde bir film, Morgan Freeman hiç konuşmasa dahi yer aldığı bütün filmler benim mo cuishle. Kısaca bir filmden çok daha fazlasıydı, şimdiden keyifle.
"Boks içindeki her şey geriye doğrudur. Sola gitmek istersen, sola adım atmazsın, sağa ayağını basarsın. Sağa hareket etmek için ise sol ayağını kullanırsın. Acıdan kaçmak yerine, bir çılgının yapacağı gibi ona doğru adım atarsın."
Her ne olursa olsun kendini korumaktan bir salise bile vazgeçme ve sakın arkana dönme. Yeni hiçbir an yaratmayacak bu hikayede boks sahasının ortasında öylece kaldığınızda size kötülük gibi gözüken son iyiliği sizce kim yapardı?
Tarantino filmlerinin herkes tarafından sevildiğini biliriz, sevilen aslında filmin bütünü olmasa da çoğu zaman hep bizden bir şeyler vardır ekranda. Bize özel gelen bir güzellik katılmıştır mutlaka her filmine. Karakter veya bir saliselik replikle yapacağını yapar, kondurmak istediğini kondurur. Göz ucuyla dahi baksanız bile bir yerden sonra yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız.
Kabul edelim, biraz zor bir filmdi. Etrafta da her sahnenin nedenleriyle kuşatılmış bir yığın inceleme varken zorluk derecesini arttırarak sıkmak istemiyorum. 60'lı yılların Hollywood'u.. Bu dönemde yaşanmış, yaşanmaya devam eden yıldızlaşma numaralarını Rick Dalton üzerinde toplamış Tarantino. Bu aşamada gittikçe kariyer hakkında endişe duyan bir aktörü izliyoruz, aslında Caprio ile Rick Dalton oldukça benziyorlar birbirlerine. Ağrına giden, dikkatini çeken her noktaya biraz dokunmak istemiş sanırım sevgili yönetmenimiz, bu kadarına gerek var mıydı? Tartışılır.
" Karım ve tüm sevgililerime, umarım asla karşılaşmazlar."
Tarantino'nun Sharon Tate'i bize bu kadar sempatik ve saygın bırakmasının da Tarantinoca bir açıklaması vardır elbet. Işıklar, arabalar, müzikler ve muhteşem kadrosuyla güzel bir film izliyorsunuz. Tüm her şey bu kadar güzelken sürekli ekrana yapışan ayaklar beni fazlasıyla rahatsız etti. Ayak görmekten hoşlanmam, fazla ayak görmekten hiç hoşlanmam. (Tarantino bunla neye gönderme yapmış olabilir acaba?) Cliff'in her defasında perde arkasında kalması ve Al Pacino'nun bu kadar yaşlanmış olmasına inanılmaz içerledim. Dönem filmlerini severim, araba hareket halindeyken ekrana yansıyan görüntülere bayıldım. İzlerseniz yorumlarınızı merak ediyorum, lütfen bizimle de paylaşın.
Akıl almaz çalma listesini de böyle bırakıyorum, şimdiden keyifli seyirler.
Zamanın eskitemediği kült filmlerden biri, benim bu kadar geç keşfimin de elbet bir ton sebebi vardır. Büyük ihtimalle bir kere izlemekle yetinmeyip tüm sahneleri ezberinize alacak kadar çok izleyeceğiniz bir dönem filmi.
"Ama ben kendi nedenlerinize göre bir şeyler yaptığınıza inanan biriyim, başkasının değil."
William Shakespeare'ın eserinden uyarlama filmimiz, (en dikkat çekici detayı da bence burası) asıl karakterlerimiz; Kat ve Patrick çevresinde dönen eğlenceli ve bir o kadar vurucu hikayesini anlatıyor. Ne güzel anlatmak ama, hiç çiçek açmayan o koca arazideki beyaz minik papatyayı fark etmek gibi.
Kat, okulda peşinden en fazla koşulan yan karakterin ablası. Hayat görüşü ve erkeklere karşı duruşundan dolayı kimsenin isteyerek yaklaşamayacağı biri. Bir şekilde yolları kesişiyor Patrick ile. O andan sonra anlıyorsunuz aslında; burada acı çekilecek. Gözyaşı var burada. Bu birbirinden güzel karakterleri bir araya getirmekteki üstün başarısından dolayı Junger'ı tebrik ediyorum.
Zamanın nasıl acımasız olduğunu fark etmenizi de sağlıyor. Zamanında bir sürü rolde gördüğünüz insanların değişimleri, bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz oyuncular. Heath Ledger, Candy filmiyle hayatıma giren muazzam karakter. Buradan da kendisini anmış olalım. Yanınıza alabileceğiniz filmlerden bir tanesi, umarım size değer katmasına izin vererek izlersiniz.
"Benimle konuşma biçiminden nefret ediyorum, saçının kesiminden de, arabamı kullanış şeklinden nefret ediyorum. Bana gözünü dikip bakmandan nefret ediyorum. O kocaman komando botlarından ve aklımı okumandan nefret ediyorum.
Senden o kadar nefret ediyorum ki bu beni hasta ediyor hatta bana kafiyeler düzdürüyor. Senin hep haklı olmandan nefret ediyorum. Yalan söylemenden nefret ediyorum. Beni güldürmenden nefret ediyorum hatta daha kötüsü ağlatmandan nefret ediyorum. Yanımda olmadığın zamanlardan nefret ediyorum ve beni aramamış olmandan da.
Ama en çok senden nasıl nefret edemediğimden nefret ediyorum. Nefrete yakın bir şey bile hissetmiyorum, azıcık bile olsa, hem de hiç!"
Dünyanın en ürkütücü sahnesi; her insanın kendisini kanıtlama çabasıdır. Yani neden olmasın?
Pepper, mucizevi suskunluğu. Bu suskunluğun altında yatan düşünceli bakışları. Bana fazla tanıdık geliyor, film de zaten fazlasıyla bildiğimiz hikayelerden. 1940'lı yılların korkunç yaptırımlarında California'nın muhteşem güzelliğinde biraz objektif izlemeye devam etmeniz halinde aslında bir çok konunun nasıl ince işlendiğini fark ediyorsunuz.
"Boyunu buradan yere göre değil, gökyüzüne göre ölç. Bu seni kasabadaki en uzun çocuk yapar."
İkinci dünya savaşı sırasında Pepper'ın abisi rahatsızlığından dolayı savaşa katılamıyor. Onun yerine babasını alıyorlar savaşa, bir yığın tedirginlik ile yolluyor Pepper babasını. Babaları bir yere yollamak ne kadar zordur.
Ve buradan sonrasında başlar, bir şeyleri kanıtlama çabası. Babasını kurtarıp savaşı da durdurabileceğine inandırılır ufaklık. Dini yaptırımlar sonucu ellerinden geleni başarıyla yapar Pepper. Bazen başardığı için sevinir bazense başardığını sandıklarının daha büyük kötülüklere sebebiyet verdiğini düşünerek üzülür. Little Boy'un Hiroşima'ya atılan ve tüm zamanların en korkunç insanlık suçu rolündeki atom bombası olduğundan bahsedip filmin sıcaklığını gölgelemesini de istemem.
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.