Son günlerde duyduğum en anlamlı tespit olur kendisi. Bir Woody Allen hayranı olarak yine şüphesiz izlediğim film diyebilirim. Baştan söyleyeyim Woody Allen zekasıyla sizi de alt edecek, eder. Çünkü Woody Allen. Adamın hali tavrı küstahlık değil resmen hakkı. Bayılıyorum ona; özellikle bu kendini beğenmiş ve zekasını gözümüze sokan hallerine. Başrolde de aynı Woody Allen özelliklerine sahip bir karakter var; oğlak burcu erkeği diyenler olmuş ^^ Filmin tadına geçecek olursam bu film ne bir Midnight in Paris ne de bir Vicky Cristina Barcelona ve benzerleri... Onlar kadar müthiş güzellik bahşetmediği gibi yormuyor da sadece herkes birbirini buluyor işte. 20'lerin Güney Fransası, kıyafetleri ve ufak tefek manzaraları mevcut.
1927 Berlin'inde dünyaca ünlü sihirbaz, Wei Ling Soo rasyonel ve tanrıya inanmayan; dualara enerjilere önem vermeyen sürekli sorgulayan ve usta kandırma yeteneğine karşın kesinlikle kandırılamayan bir sihirbazdır. Asla inanmadığı ve defalarca kez yalanlarını ortaya çıkarttığı medyumlar ise en büyük uğraşı olmuştur. Ta ki bir arkadaşının ona Sophie'ye karşı koyamadığını anlatana kadar. Nişanlısı Olivia'yla yağtığı tatil planından bile vazgeçerek bu işin peşine düşer. Fakat defalarca alt etme denemesine karşın Sophie o kadar masum ve savunmasızdır ki karşı konulamaz.
Filmin en önemli noktalarından biri halanın sözlerinde saklı. Açıkça; küstah beynin sana Olivia ile cennet birlikteliği yaptığını ve inanılmaz düzen, inanılmaz uyum sunmuş gibi gösteriyor. Ama tüm bunlara karşı Sophie'nin tek bir gülümsemesi her şeye eş değermiş gibi, diyor.
Öyle olmuyor mu, mantığın size dur dediği ya da tam tersi yap dediği şeyleri koşulsuz yapmaya başladığımızda kendimizi çok akıllı hissediyoruz. Halbuki istemediğimiz şeyler bile o arada aradan kaynayıp oluveriyor. Kalbi, aklı ve tüm her şeyi dozunda ve yerinde kullanabilmeli... Sahip olduğunuz hiçbir şey size hükmedememeli, ruhun bilincinde olmalı.
Sevdiklerinize sonsuza kadar kanacakmış gibi izleyiniz.
Anlamsız gibi gözüken ama şaşırtıcı bir şekilde doyurucu gelen ilişkilerin gölgesinde hislerden çok dikkatimizi toplamamızı istedikleri tek yer var; Michael ve Hanna'nın birbirlerini neyin yerine koydukları.
2. Dünya savaşı sonrası Michael'ın Hanna'ya aşık olmasıyla başlıyor hikaye. Önemli olmayan onlarca detaya aldırış etmeden mutlu olmak istedikleri şekilde davranan iki karakter. Michael'ın isyanıyla devam ediyor; "Sen benim nasıl olduğumu hiç sormuyorsun!" Ne kadar dolu bir öfke. Herkesin anlayamayacağı anlayanın bir kaç kere okumasına sebep.
2008 yapımı film Bernhard Schlink romanı uyarlaması. Tabii ki dram, tabii ki efsane. Ekran karşısında sizi belki de kısa aralıklarla ağlatabilen nadir yapıtlardan. Romanı edinip okumanızı özellikle rica ediyorum. Detayların fazlalığında kısa sürede boğulup gideceksiniz. Ufak detaylarla karşılaşan Hanna ve Michael'ın birbirlerinde eksik gördükleri duyguları tamamlıyor olmaları, bir süre sonra birbirlerine yetersiz gelmeleri. Duyguların da yetersizliğe yönelmesi, hepsi hayat kadar gerçek.
Hanna'nın ortadan kayboluşunun üzerinden 8 koca yıl geçiyor, Michael ise hukuk fakültesi 2.sınıf öğrencisi. Profesör ve sınıf arkadaşları ile örnek bir duruşmayı izlemeye gidiyorlar. Michael'ın Hanna'nın sesini ilk duyduğunda kitlendiği sahnede yansıttığı oyunculuğu ayakta alkışlarım. Yavaş yavaş dava çözümlenmeye başladıkça Michael'ın da Hanna hakkında bir çok şeyi çözümlüyor olması sizi ancak bu kadar yaralayabilir. Bir insanın yanınızda olması sizinle olmasından daha az önemsizdir. Bir yerlerde kaybettiğine emin olduğu Hanna'yı hayatı boyunca koca bir yara gibi gözükse de unutamaz Michael.
Beni her eserini doktora tezi titizliğinde hazırlayan Shane Carruth'la tanıştırdı, sıkça dolandığım çılgın sosyal medya paylaşımlarının birinde Kris ve Jeff'in görselleriyle keşfettim. Allahım, bu tarz iyi niyetli karşılaşmalara aşığım.
Bütünüyle bir zincirden oluşan dünyada yalnızca insanlar yok ne yazık ki. Daha duyarlı olması konusunda üzerine titrenmiş olan insanlığın hayvani bir içgüdüyle gelişimine şahitlik etmemizi istemiş bence Carruth. Sığ, soğuk, dar yaşam alanlarımızda ne kadar da zararlıyız. Farkında olmadan, zararsızmış gibi yaşıyoruz.
----- Birazcık spoiler bıraktım aşağı -----
Kris, hırsız tarafından etkisiz hale getirilip tüm yaşantısı sıfırlanıyor. Yaşantı demek ne kadar doğru bilemedim, kendini sadece işine kaptırmış insanların yaşamak için sadece nefes aldıklarını düşünüyorum. Yaşam, gülümseyecek bir kaç hikaye yaratamadığınızda anlamsız bence. Kris'in etkisiz hale gelmesi ardından hırsızın tüm söylediklerini bir robot gibi yerine getirmesini izliyoruz bir süre, içinde büyüyen deney kurtçuğunu vücuduna açtığı kesiklerle çıkarmaya çalıştığı umutsuz sahneler ise rahatsız edici olmalarına rağmen fazla gerçekçiydi.
Jeff, esas oğlanımızla Kris'in karşılaşmasıyla film anlamını ikiye katlıyor. Jeff'in de daha önce aynı hipnoza maruz olmasını vücutlarındaki izlerden anlıyoruz. Kris'in vücudundaki kurtçuğun çıkarılmasında bir domuza aktarımını sağlayan gözlemci adamın da farklı yöntemleri mevcut. Filmdeki bütün karakterler domuzlar da dahil birbirine fazlasıyla bağlı. Her birini hayatınızdaki hangi gerçekle bağlarsanız bağlayın sonunda aynı hissedeceğiz eminim.
İzledikçe düşünmeye yöneleceksiniz düşündükçe izlemeye elbette. Ama bir kere izlenecek bir film kesinlikle değil en az iki kere cevapsız kalan sorularınızı arayacaksınız detaylarda, iyi niyetle izleyiniz.
Tür: Dram, Fantastik, Romantik IMDb: 7,2 Yönetmen: Lee Toland Krieger Oyuncular: Blake Lively, Michiel Huisman, Harrison Ford Yaşanan bazı anların tekrarlanmasına tanık ettiler bizi daha önce. Zamanda yolculuk filmlerinden bahsediyorum; tekrar tekrar yaşayıp anları güzelleştiren kimi zaman haksızlığı kimi zaman mutluluğu gördüğümüz... Fakat zamanda yolculuk yapmak değil de zamanın o çok uzun akışında birebir yaşamak büyük bir haksızlıktan başka ne olabilirdi?
Olduğumuz yerde saymanın vücut bulma haliydi Adaline. Kimsenin ona yetişememesi onun da hep 29 kalması... Uzaktan gelen davulun o hoş sesi gibi bu. Etrafınızdaki herkesin çöküşüne, bitişine ve gidişine tanık olmanız ve tüm bunlar olurken sizin açıklanamaz bir şekilde hiç yaşlanamamanız konu alınmış. Kendi öz kızınız yanınızda saçlarına ak düşürürken, yüzü kırışıklıklar içindeyken, sevdiğiniz adamlar birer birer ölürken hep 29 yaşında kalıp 29 yaşında görünmeniz büyük haksızlık; herkes için. Adaline, hayatının aynı okuduğum bir kitaptaki gibi kısmına misafir ediyor bizi. Kendisi sürekli kaçmanın, saklanmanın kimseye faydası olmadığının büyük bir kanıtı.
Öyle ki hikayenin en güzel kısmı bana göre inanılmaz bir "öngörü" yeteneğine sahip olması. Bu ne kadar şaibeli bir durum da olsa sırf bunun için bir kere denemek isterdik eminim.
O muazzam güzelliğiyle Blake Lively'nin bembeyaz saçlı kızına sarılışlarındaki tuhaflık ve kızının başkalarına "ben Adaline'ın büyükannesiyim" dediği anlardaki burukluk gayet iyi resmedilmiş. Her devirde tam bir güzellik abidesi olmayı başarmış bir kadın, nasıl da muazzam duruyor. Hikayenin sonunda saçlarının beyazladığını fark edip mutluluğu gözünden okunan Adaline için en az üç kere izlenir. Yaşlanıyor olabildiğinize şükredercesine izleyiniz.
Tür: Komedi, Romantik
IMDb: 4,9
Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu
Oyuncular: Rıza Kocaoğlu, Tuba Ünsal
Hani derler ya "iki kişiye birbirlerine aşık olduğunu söylersen, aşık olurlar" diye. Çevrenizdeki insanların tutumları da bazen hayatımıza yön verebiliyor demek ki. Yani içindeki narı dürtüyorlar üzerlerinde beyaz gömlek varken.
Filmin başında "ne bu şimdi" "ee yani" diyerek yedim bitirdim kendimi. Yüzeysel olmamak lazımmış, anladım. İnsan sadece bakabildiği kadarını görüyor ve bu gerçekten korkunç bir şey! Bir şeyi bir kere tecrübe ettiğinizde düşüncelerimizin önyargı olduğunu fark edemeyecek kadar acımasızca aldanıyoruz bence. Bu suç olmaktan da çıkıyor bir müddet sonra çünkü bilinçsizce devam ediyor. Neyse ki benim kendimde takıldığım küçük sorunlardan bağımsız romantizmde bu film.
Türlü koşuşturmanın içinde sadece eğlenceli bir hayat peşinde olan, 'kötü' söz yazarı Hakan ve Hakan'ın her zamanında yanında olan tam bir kötü gün dostu; şeffaf ilişkiler prensesi ve aynı zamanda hayattan çok da uzun süreli beklentisi olmayan Derya... Tanıklık edeceğimiz kısa bir hayat hikayesi bu ikili üzerine konumlandırılmış. Evlilik krizi değil konu, uzun süreli arkadaşlıklarını sonra aşka dönüştürüp mutlu sona giden ikilinin konusu da değil.
Bırakın vaktiniz geçsin, bırakın Derya kimseye acımasın. En çok da kendine...
Zaten öyle olmuyor mu? Dünyanın en büyük kötülüğünü de yapsanız karşıya verdiğiniz zararın bin katını kendinize vermiş oluyorsunuz bile. İnsan ne ederse kendine ediyor şayet hala yaşıyorsa bu daha kötü tabii. Her kötülükten sonra ölmeli, ölünmüyorsa çok zor.
Hayat boyu kaç kere dünyanın en güzel gülüşüne ve kokusuna tanık olunabilir bilmiyorum. Aşk bir keredir, sevgi üç kere gibi saçma planlar yapmadan ve aşk dediğin böyle olur, hoşlanma şu şekilde, arkadaşlık da böyle diye anlamsız kuralların olmadığı hayatlar çok güzel. Her şeyin kuralı her şeydir. Kaldı ki bir şey oluşmaya başladıktan sonra kural olmaz, bittikten sonra bir kuralı olduğunu anımsarsınız o kadar. O da varsa tabii...
Ve son bir kez geriye güzel bir anı bırakıp gidenler ne güzel değil mi? O aslında 'hiç gitmemiş' gidenlerin anısına izleyiniz.
Bilen bilir niye buralarda bir şeyler karaladığımı, ileri bir tarihte hayatın bir tarafında klasik telaşa kapılmışken yapabildikleri en güzel şey umarım bu filmleri izlemek olur. Kitaplıktaki kitapları okumak şartıyla elbette.
Bu ülkede yaşıyor olup kaderimizi bir köşede değiştiremiyor oluşumuzdan sonra hayal kurmayı da bıraktık sanıyorum, kendimden biliyorum. Bir şeyleri başımıza gelmesinden korkarak yaşıyoruz, kendimizi dahi düşünemediğimiz bu coğrafyada bir de sevdiklerimizi düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Zor işte, böyle sıkıntılı zamanlarda elimizden hiçbir şey gelmiyor olmasıyla baş başa kalıyoruz.
Mon Oncle, Jacques Tati'nin ilk renkli filmi. 1958 yılının en iyi yabancı film oscar'ına sahip. Döneminin bana kalırsa dışa aktarılan fazlaca zeki projesi.
Dönemin popüler akımlarından Modernizm'i eleştiren Tati'nin kullandığı renkler, samimi, zeki ve kendine özgü anlatımıyla zaten pek çok ödülü toplamış. İzlerken özünüzde yatan fakat açığa çıkarsa öldürülecekmişsiniz hissine kapıldığınız yaşantınızı sert bir şekilde eleştirmiş Tati, yaşadığınız yerle kafanızda yarattığınız yaşam alanında ne kadar mutlu olduğunuzu sorgulatıyor bir yerde.
Modern hayat belki güzel, kendine hapsedici belki fazla şaşalı fakat olması gereken değil. Modern hayata geçiş öncesi yaşantı ile modern yaşantı arasındaki farkı geçiş sahneleriyle nasıl bu kadar güzel bağladığına hayran kalacaksınız. İki yaşam alanı arasındaki farklılıkları vurgulamaktan kendini kurtaramamış Tati, iyi de yapmış.
Modern yaşam alanında gürültü, teknolojik cihazların rahatsız edici sesleri arasında kibirden, böbürlenmekten ve gösterişten zor nefes alan insanlar varken eski yaşam alanında tam tersi hayattan zevk alan ve aldıkları her nefeste neşelenen bir ayrım var. Tati'ye göre böyle ama bana göre de böyle ki bu kadar sevdim filmi.
Fıskiye sahnelerinin hiçbirisini unutamıyorum, nasıl da gerçekçi. Arada kalmış çocuklar ve köpekler. Modernliğe kapılmış ebeveynlerin modern hayata doğmuş ancak mutsuz çocukları. Belki de herkes hayatından gayet memnundur ama ben modern hayattan memnun değilimdir, olamaz mı? Olabilir.
İki farklı yaşam alanı arasında gülümseyerek izleyeceğiniz harika bir hafta başı filmi, şimdiden iyi seyirler.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.