Her izlediğimde Summer'ı anlar, Tom'un, ona aşkın insana yüklediği bencillikle davrandığını düşünürdüm (sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değil ya). Zaman geçti -people change, feelings change- yasası devreye girdi. Dedem hep insan yaşlandı mı kalbi yumuşar, daha kırılgan olur derdi; belki de öyle oldu. Hayattaki karar verme noktalarımızın o anki yaşadıklarımızla, hislerimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık izlerdim ama en son Summer'a Eyşan bile dedim, içimden.
"İlişkiler genelde çok karmaşık, insanlar hep inciniyorlar" der Summer, ki hala çok haklı buluyorum. Buradaki mutsuzlukların, üzüntülerin sebebi Tom'un gözü kapalı aşkı. Herkes gibi. İlişkilere tek taraflı baktığınızda mutsuzlukları görmezden gelip buna rağmen bağlanmayı seçerseniz devamında da tabii ki bunalımı ve ayrılıkla baş etmeyi öğrenmeniz gerekecektir.
İnsanlar sizi ve sizin sevdiğiniz yerleri hak etmemelerine rağmen onlara içinizi açar ve o yerlere götürürsünüz. Hayat işte. Sevdiğiniz müzikleri paylaşır, filmleri tekrar izlemek istersiniz. Hayalleriniz paylaşır geleceğe dair belli belirsiz onu da içine katarsınız. Belki evinize alacağınız küçük bir eşyayı bile onunla almaya gider, sizi terk ettiğinde de beraber tamir ettiğiniz musluğa bile kinle bakarsınız.
Cefasını çektiğiniz o hayatın sefasını başkası sürmeye başladığında dumur oluyorsunuz asl olarak. Hayat o noktada bitiyor gibi gelse de aslında başlıyor demeliyiz, düştüğün yerden kalkmak bu bir nevi. Canım Tom, keşke sana sarılabilsek.
Yine bana The Smiths'i ve There's A Light That Never Goes Out'u onbinyüzmilyon kere dinlemek düşüren bu hikayenin <Expectation/reality> kısmına, samimiyetle belirtmeliyim ki kalbinizi bırakacaksınız.
Hayat. Böyle bir şey işte. Tom "Bana hissettirdiklerine aşığım. Sanki her şey mümkünmüş gibi ya da ne bileyim… Hayat aslında yaşamaya değermiş gibi." diyordu.
Ya da
"Her damla gözyaşıma ziyadesiyle değdin" demişti biri. Önemli olan bunları diyebilmek bence.
Summer efect yaşatmayacak bir aşkla, tesadüf pamuklarının arasında gerçek aşkınızı, ruhunuzun eşinizi bulacağınız düşüncesini her zaman umut ederek izleyiniz.
Bazen hikayeler size yeni hiçbir an katmaz. Devamında büyük bir hayal kırıklığı bırakabilirler. Hayalini kurduğunuz gerçekleşme ihtimali güç tüm hayalleriniz gerçekleşse de sonunda sizi fazlaca kırma ihtimali yüksektir ki genelde ihtimalin ötesinde sonlanırlar. Ama bilirsiniz ki onlar olmadan yaptığınız hiçbir şeyin önemi yoktur ya da istediğiniz kadar mutlu hissedemezsiniz, sahi en son ne zaman hayallerimize kavuşmuştuk?
"Bazen yumruk atmanın en iyi yolu, geri adım atmaktır. Fakat fazla geri adım atarsan dövüşemezsin."
Maggie, geç kaldığına inanmayıp kendisini kulübün ortasında bulabilmek için tüm şartları o kadar zorluyor ki ancak o kadar zorlayabilir. Bu durumda bize kolay gelen her güzelliğin aslında bazen çok zor geldiğini, bazen getirtmek için çok büyük mücadeleler verilmesi gerektiğinin farkına varıyoruz. Frankie'nin en belirgin sınırını aşmaya çalışan Maggie'nin zaten o an çok güzel yerlere geleceğini hissediyorsunuz.
Frankie ve Maggie'nin hayatlarında birbirlerinden başka hiç kimsenin olmadığını sessizce fark etmeleri, günlerce ve yıllarca Maggie'yi hazırladığı maçlarda dövüşürken sessizce yaşadığı heyecanı, konuşmadan da bir şeylerin onlarca şeye dönüşebileceğini, seni hayata bağlayan tüm güzelliklerin hayallerinle bağlantılı olmasını, kaybedeceğin her şeyin bir gün hayal kuramayacak hale geldiğinde olacağını izliyorsun. 2005 yılının neredeyse tüm oscar ödüllerini toplamış gerçeğin ötesinde bir film, Morgan Freeman hiç konuşmasa dahi yer aldığı bütün filmler benim mo cuishle. Kısaca bir filmden çok daha fazlasıydı, şimdiden keyifle.
"Boks içindeki her şey geriye doğrudur. Sola gitmek istersen, sola adım atmazsın, sağa ayağını basarsın. Sağa hareket etmek için ise sol ayağını kullanırsın. Acıdan kaçmak yerine, bir çılgının yapacağı gibi ona doğru adım atarsın."
Her ne olursa olsun kendini korumaktan bir salise bile vazgeçme ve sakın arkana dönme. Yeni hiçbir an yaratmayacak bu hikayede boks sahasının ortasında öylece kaldığınızda size kötülük gibi gözüken son iyiliği sizce kim yapardı?
Tarantino filmlerinin herkes tarafından sevildiğini biliriz, sevilen aslında filmin bütünü olmasa da çoğu zaman hep bizden bir şeyler vardır ekranda. Bize özel gelen bir güzellik katılmıştır mutlaka her filmine. Karakter veya bir saliselik replikle yapacağını yapar, kondurmak istediğini kondurur. Göz ucuyla dahi baksanız bile bir yerden sonra yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız.
Kabul edelim, biraz zor bir filmdi. Etrafta da her sahnenin nedenleriyle kuşatılmış bir yığın inceleme varken zorluk derecesini arttırarak sıkmak istemiyorum. 60'lı yılların Hollywood'u.. Bu dönemde yaşanmış, yaşanmaya devam eden yıldızlaşma numaralarını Rick Dalton üzerinde toplamış Tarantino. Bu aşamada gittikçe kariyer hakkında endişe duyan bir aktörü izliyoruz, aslında Caprio ile Rick Dalton oldukça benziyorlar birbirlerine. Ağrına giden, dikkatini çeken her noktaya biraz dokunmak istemiş sanırım sevgili yönetmenimiz, bu kadarına gerek var mıydı? Tartışılır.
" Karım ve tüm sevgililerime, umarım asla karşılaşmazlar."
Tarantino'nun Sharon Tate'i bize bu kadar sempatik ve saygın bırakmasının da Tarantinoca bir açıklaması vardır elbet. Işıklar, arabalar, müzikler ve muhteşem kadrosuyla güzel bir film izliyorsunuz. Tüm her şey bu kadar güzelken sürekli ekrana yapışan ayaklar beni fazlasıyla rahatsız etti. Ayak görmekten hoşlanmam, fazla ayak görmekten hiç hoşlanmam. (Tarantino bunla neye gönderme yapmış olabilir acaba?) Cliff'in her defasında perde arkasında kalması ve Al Pacino'nun bu kadar yaşlanmış olmasına inanılmaz içerledim. Dönem filmlerini severim, araba hareket halindeyken ekrana yansıyan görüntülere bayıldım. İzlerseniz yorumlarınızı merak ediyorum, lütfen bizimle de paylaşın.
Akıl almaz çalma listesini de böyle bırakıyorum, şimdiden keyifli seyirler.
Zamanın eskitemediği kült filmlerden biri, benim bu kadar geç keşfimin de elbet bir ton sebebi vardır. Büyük ihtimalle bir kere izlemekle yetinmeyip tüm sahneleri ezberinize alacak kadar çok izleyeceğiniz bir dönem filmi.
"Ama ben kendi nedenlerinize göre bir şeyler yaptığınıza inanan biriyim, başkasının değil."
William Shakespeare'ın eserinden uyarlama filmimiz, (en dikkat çekici detayı da bence burası) asıl karakterlerimiz; Kat ve Patrick çevresinde dönen eğlenceli ve bir o kadar vurucu hikayesini anlatıyor. Ne güzel anlatmak ama, hiç çiçek açmayan o koca arazideki beyaz minik papatyayı fark etmek gibi.
Kat, okulda peşinden en fazla koşulan yan karakterin ablası. Hayat görüşü ve erkeklere karşı duruşundan dolayı kimsenin isteyerek yaklaşamayacağı biri. Bir şekilde yolları kesişiyor Patrick ile. O andan sonra anlıyorsunuz aslında; burada acı çekilecek. Gözyaşı var burada. Bu birbirinden güzel karakterleri bir araya getirmekteki üstün başarısından dolayı Junger'ı tebrik ediyorum.
Zamanın nasıl acımasız olduğunu fark etmenizi de sağlıyor. Zamanında bir sürü rolde gördüğünüz insanların değişimleri, bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz oyuncular. Heath Ledger, Candy filmiyle hayatıma giren muazzam karakter. Buradan da kendisini anmış olalım. Yanınıza alabileceğiniz filmlerden bir tanesi, umarım size değer katmasına izin vererek izlersiniz.
"Benimle konuşma biçiminden nefret ediyorum, saçının kesiminden de, arabamı kullanış şeklinden nefret ediyorum. Bana gözünü dikip bakmandan nefret ediyorum. O kocaman komando botlarından ve aklımı okumandan nefret ediyorum.
Senden o kadar nefret ediyorum ki bu beni hasta ediyor hatta bana kafiyeler düzdürüyor. Senin hep haklı olmandan nefret ediyorum. Yalan söylemenden nefret ediyorum. Beni güldürmenden nefret ediyorum hatta daha kötüsü ağlatmandan nefret ediyorum. Yanımda olmadığın zamanlardan nefret ediyorum ve beni aramamış olmandan da.
Ama en çok senden nasıl nefret edemediğimden nefret ediyorum. Nefrete yakın bir şey bile hissetmiyorum, azıcık bile olsa, hem de hiç!"
Dünyanın en ürkütücü sahnesi; her insanın kendisini kanıtlama çabasıdır. Yani neden olmasın?
Pepper, mucizevi suskunluğu. Bu suskunluğun altında yatan düşünceli bakışları. Bana fazla tanıdık geliyor, film de zaten fazlasıyla bildiğimiz hikayelerden. 1940'lı yılların korkunç yaptırımlarında California'nın muhteşem güzelliğinde biraz objektif izlemeye devam etmeniz halinde aslında bir çok konunun nasıl ince işlendiğini fark ediyorsunuz.
"Boyunu buradan yere göre değil, gökyüzüne göre ölç. Bu seni kasabadaki en uzun çocuk yapar."
İkinci dünya savaşı sırasında Pepper'ın abisi rahatsızlığından dolayı savaşa katılamıyor. Onun yerine babasını alıyorlar savaşa, bir yığın tedirginlik ile yolluyor Pepper babasını. Babaları bir yere yollamak ne kadar zordur.
Ve buradan sonrasında başlar, bir şeyleri kanıtlama çabası. Babasını kurtarıp savaşı da durdurabileceğine inandırılır ufaklık. Dini yaptırımlar sonucu ellerinden geleni başarıyla yapar Pepper. Bazen başardığı için sevinir bazense başardığını sandıklarının daha büyük kötülüklere sebebiyet verdiğini düşünerek üzülür. Little Boy'un Hiroşima'ya atılan ve tüm zamanların en korkunç insanlık suçu rolündeki atom bombası olduğundan bahsedip filmin sıcaklığını gölgelemesini de istemem.
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Buradan bakınca çoğu film severin gözünden sevilmediğini görebiliyorum, siz gerçekten bir filmi sadece zevklerinize hitap etmesinden dolayı mı seviyorsunuz?
Eğer durum böyleyse kimse sevmeyeceğini düşündüğü bir filmi izleyip kendisini o filmin kötü olduğu fikrine alıştırmak zorunda değil. Sizin iyiliğiniz için ufak bir öneri.
Güzel giriş, baya havalı duruyor!
Jeanette gibi öfkeli. Her şeye sessizce bağırıyor gibi. Duygularınızın silinmesine sebep olan bir tür ruhsal mücadelenin tek sebebi yanınızdaki insanlar olmayabilir, bazen tek sebep siz olabilirsiniz. Zaten geriye dönüş durum değerlendirmesinde kaçımız yorumsuz gözümüzün önüne getiriyoruz ki yaşadıklarımızı?
"Denemezsen hiçbir yere varamazsın."
Kendisi gibi sessiz bir oğlu var Jeanette'nin. Mücadelinin ortasında kendi kendine çırpındığını fark edecek kadar büyük. Bazen işler tersine gidebilir ve ebeveyn siz olabilirsiniz. İlla çocuk doğurmanız gerekmiyor ki, anne babanızdan daha olgun davranmanız gereken ufak bir zaman mutlaka uğrar, uzun süreceğini anladığınızda da Joe gibi donuk bakarsınız etrafa. Nereye baktığının önemi olmadan, gördüğün şeyi görmemek için göz kapakların açık kapatırsın gözlerini. "Uyanmam gerek gibi hissediyorum ama neyden uyanacağımı bilmiyorum. Neye uyanacağımı da."
Başarılı bir golfçü olan Jerry Brinson'ın işten atılmasıyla başlıyor tüm iç hesaplaşmalar. Tüm aile bireyleri Jerry'nin mücadele veremeyeceğini anladığında kendi yönlerine doğru yol alıyorlar. Bu zamana kadar tüm kontrolü Jerry dünyasına bıraktıkları ve huzurları kaçmaması açısından kabuklarını kırmadıkları ne kadar davranış varsa gün yüzüne bırakıyorlar. (Jerry kötü bir adammış gibi yansıdı, Jerry tanıyamayacağım kadar az oynuyor.) Sadece bundan sonrasına Jerry ile devam edemeyeceğine karar vermiş, mutsuz ve gölgede kaldığını düşünen bir kadın gibi davranıyor diyelim. Bu kısımda tüm Jerry'ler kötü olur. İnsanın en büyük sınavı da kendi farkına vardığında ne yapmaya karar vermeye çalıştığı süreç. Onu nasıl değerlendirdiği çok önemli.
Anlık mutluluklarınızın peşini bırakmayıp, kendinizi kestirme hazlarla mutlu etmekten uzak, gerçek başarının peşinden koşarken kendinizi fark ettiğiniz o muazzam çizgiden ayırmayarak bir de Jeanette'ya karşı ön yargısız izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.