Tarantino filmlerinin herkes tarafından sevildiğini biliriz, sevilen aslında filmin bütünü olmasa da çoğu zaman hep bizden bir şeyler vardır ekranda. Bize özel gelen bir güzellik katılmıştır mutlaka her filmine. Karakter veya bir saliselik replikle yapacağını yapar, kondurmak istediğini kondurur. Göz ucuyla dahi baksanız bile bir yerden sonra yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız.
Kabul edelim, biraz zor bir filmdi. Etrafta da her sahnenin nedenleriyle kuşatılmış bir yığın inceleme varken zorluk derecesini arttırarak sıkmak istemiyorum. 60'lı yılların Hollywood'u.. Bu dönemde yaşanmış, yaşanmaya devam eden yıldızlaşma numaralarını Rick Dalton üzerinde toplamış Tarantino. Bu aşamada gittikçe kariyer hakkında endişe duyan bir aktörü izliyoruz, aslında Caprio ile Rick Dalton oldukça benziyorlar birbirlerine. Ağrına giden, dikkatini çeken her noktaya biraz dokunmak istemiş sanırım sevgili yönetmenimiz, bu kadarına gerek var mıydı? Tartışılır.
" Karım ve tüm sevgililerime, umarım asla karşılaşmazlar."
Tarantino'nun Sharon Tate'i bize bu kadar sempatik ve saygın bırakmasının da Tarantinoca bir açıklaması vardır elbet. Işıklar, arabalar, müzikler ve muhteşem kadrosuyla güzel bir film izliyorsunuz. Tüm her şey bu kadar güzelken sürekli ekrana yapışan ayaklar beni fazlasıyla rahatsız etti. Ayak görmekten hoşlanmam, fazla ayak görmekten hiç hoşlanmam. (Tarantino bunla neye gönderme yapmış olabilir acaba?) Cliff'in her defasında perde arkasında kalması ve Al Pacino'nun bu kadar yaşlanmış olmasına inanılmaz içerledim. Dönem filmlerini severim, araba hareket halindeyken ekrana yansıyan görüntülere bayıldım. İzlerseniz yorumlarınızı merak ediyorum, lütfen bizimle de paylaşın.
Akıl almaz çalma listesini de böyle bırakıyorum, şimdiden keyifli seyirler.
Zamanın eskitemediği kült filmlerden biri, benim bu kadar geç keşfimin de elbet bir ton sebebi vardır. Büyük ihtimalle bir kere izlemekle yetinmeyip tüm sahneleri ezberinize alacak kadar çok izleyeceğiniz bir dönem filmi.
"Ama ben kendi nedenlerinize göre bir şeyler yaptığınıza inanan biriyim, başkasının değil."
William Shakespeare'ın eserinden uyarlama filmimiz, (en dikkat çekici detayı da bence burası) asıl karakterlerimiz; Kat ve Patrick çevresinde dönen eğlenceli ve bir o kadar vurucu hikayesini anlatıyor. Ne güzel anlatmak ama, hiç çiçek açmayan o koca arazideki beyaz minik papatyayı fark etmek gibi.
Kat, okulda peşinden en fazla koşulan yan karakterin ablası. Hayat görüşü ve erkeklere karşı duruşundan dolayı kimsenin isteyerek yaklaşamayacağı biri. Bir şekilde yolları kesişiyor Patrick ile. O andan sonra anlıyorsunuz aslında; burada acı çekilecek. Gözyaşı var burada. Bu birbirinden güzel karakterleri bir araya getirmekteki üstün başarısından dolayı Junger'ı tebrik ediyorum.
Zamanın nasıl acımasız olduğunu fark etmenizi de sağlıyor. Zamanında bir sürü rolde gördüğünüz insanların değişimleri, bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz oyuncular. Heath Ledger, Candy filmiyle hayatıma giren muazzam karakter. Buradan da kendisini anmış olalım. Yanınıza alabileceğiniz filmlerden bir tanesi, umarım size değer katmasına izin vererek izlersiniz.
"Benimle konuşma biçiminden nefret ediyorum, saçının kesiminden de, arabamı kullanış şeklinden nefret ediyorum. Bana gözünü dikip bakmandan nefret ediyorum. O kocaman komando botlarından ve aklımı okumandan nefret ediyorum.
Senden o kadar nefret ediyorum ki bu beni hasta ediyor hatta bana kafiyeler düzdürüyor. Senin hep haklı olmandan nefret ediyorum. Yalan söylemenden nefret ediyorum. Beni güldürmenden nefret ediyorum hatta daha kötüsü ağlatmandan nefret ediyorum. Yanımda olmadığın zamanlardan nefret ediyorum ve beni aramamış olmandan da.
Ama en çok senden nasıl nefret edemediğimden nefret ediyorum. Nefrete yakın bir şey bile hissetmiyorum, azıcık bile olsa, hem de hiç!"
Dünyanın en ürkütücü sahnesi; her insanın kendisini kanıtlama çabasıdır. Yani neden olmasın?
Pepper, mucizevi suskunluğu. Bu suskunluğun altında yatan düşünceli bakışları. Bana fazla tanıdık geliyor, film de zaten fazlasıyla bildiğimiz hikayelerden. 1940'lı yılların korkunç yaptırımlarında California'nın muhteşem güzelliğinde biraz objektif izlemeye devam etmeniz halinde aslında bir çok konunun nasıl ince işlendiğini fark ediyorsunuz.
"Boyunu buradan yere göre değil, gökyüzüne göre ölç. Bu seni kasabadaki en uzun çocuk yapar."
İkinci dünya savaşı sırasında Pepper'ın abisi rahatsızlığından dolayı savaşa katılamıyor. Onun yerine babasını alıyorlar savaşa, bir yığın tedirginlik ile yolluyor Pepper babasını. Babaları bir yere yollamak ne kadar zordur.
Ve buradan sonrasında başlar, bir şeyleri kanıtlama çabası. Babasını kurtarıp savaşı da durdurabileceğine inandırılır ufaklık. Dini yaptırımlar sonucu ellerinden geleni başarıyla yapar Pepper. Bazen başardığı için sevinir bazense başardığını sandıklarının daha büyük kötülüklere sebebiyet verdiğini düşünerek üzülür. Little Boy'un Hiroşima'ya atılan ve tüm zamanların en korkunç insanlık suçu rolündeki atom bombası olduğundan bahsedip filmin sıcaklığını gölgelemesini de istemem.
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Buradan bakınca çoğu film severin gözünden sevilmediğini görebiliyorum, siz gerçekten bir filmi sadece zevklerinize hitap etmesinden dolayı mı seviyorsunuz?
Eğer durum böyleyse kimse sevmeyeceğini düşündüğü bir filmi izleyip kendisini o filmin kötü olduğu fikrine alıştırmak zorunda değil. Sizin iyiliğiniz için ufak bir öneri.
Güzel giriş, baya havalı duruyor!
Jeanette gibi öfkeli. Her şeye sessizce bağırıyor gibi. Duygularınızın silinmesine sebep olan bir tür ruhsal mücadelenin tek sebebi yanınızdaki insanlar olmayabilir, bazen tek sebep siz olabilirsiniz. Zaten geriye dönüş durum değerlendirmesinde kaçımız yorumsuz gözümüzün önüne getiriyoruz ki yaşadıklarımızı?
"Denemezsen hiçbir yere varamazsın."
Kendisi gibi sessiz bir oğlu var Jeanette'nin. Mücadelinin ortasında kendi kendine çırpındığını fark edecek kadar büyük. Bazen işler tersine gidebilir ve ebeveyn siz olabilirsiniz. İlla çocuk doğurmanız gerekmiyor ki, anne babanızdan daha olgun davranmanız gereken ufak bir zaman mutlaka uğrar, uzun süreceğini anladığınızda da Joe gibi donuk bakarsınız etrafa. Nereye baktığının önemi olmadan, gördüğün şeyi görmemek için göz kapakların açık kapatırsın gözlerini. "Uyanmam gerek gibi hissediyorum ama neyden uyanacağımı bilmiyorum. Neye uyanacağımı da."
Başarılı bir golfçü olan Jerry Brinson'ın işten atılmasıyla başlıyor tüm iç hesaplaşmalar. Tüm aile bireyleri Jerry'nin mücadele veremeyeceğini anladığında kendi yönlerine doğru yol alıyorlar. Bu zamana kadar tüm kontrolü Jerry dünyasına bıraktıkları ve huzurları kaçmaması açısından kabuklarını kırmadıkları ne kadar davranış varsa gün yüzüne bırakıyorlar. (Jerry kötü bir adammış gibi yansıdı, Jerry tanıyamayacağım kadar az oynuyor.) Sadece bundan sonrasına Jerry ile devam edemeyeceğine karar vermiş, mutsuz ve gölgede kaldığını düşünen bir kadın gibi davranıyor diyelim. Bu kısımda tüm Jerry'ler kötü olur. İnsanın en büyük sınavı da kendi farkına vardığında ne yapmaya karar vermeye çalıştığı süreç. Onu nasıl değerlendirdiği çok önemli.
Anlık mutluluklarınızın peşini bırakmayıp, kendinizi kestirme hazlarla mutlu etmekten uzak, gerçek başarının peşinden koşarken kendinizi fark ettiğiniz o muazzam çizgiden ayırmayarak bir de Jeanette'ya karşı ön yargısız izleyiniz.
Bu konuyla ilgili bir film izlemek istiyorsanız Gone Girl izlemelisiniz; izlediyseniz de kalbiniz kırık ayrılacaksınız filmden. Çünkü bu "e ben zaten bunun daha iyisini görmüştüm" filmi. Daha hafif, havada ve çerezlik 1.0. version. Yine de Blake Lively hatırına sanırım her şeyi izleyebilirim, olduğu her şeyi güzelleştiren bir kadın benim için. Film için kendi profilinde bile aylarca o tarzda kıyafetleriyle poz verdi, türlü davetlere katıldı ki kendisine ne giyse yakıştırıyor orası ayrı, çabası alkışlanabilir^^
Filmde her şey var ve bu çok iyi bir şey değil. Dışarıdan yemek sipariş edenler de bilirler ki bir restoranda her şey varsa oradan çok da ümitli olmamak lazım. Her şeyi göze alarak zamanınızı geçirmek gözünüze güzellikler sunmak kafayı da yormayacağınız bir 117 dakika arıyorsanız hemen açabilirsiniz.
Savaşın ve barışın ikiz kardeş olduğu, gizemin aklımızın pek yetmeyeceği, gözümüze yaşanması pek mümkün gelmeyen halinin tavan yaptığı film. Tüm kötü geçmişini sileceksin ama bir daha asla fotoğraf çekilmeyeceksin deseler biz istemezdik herhalde. Ne demek o suitlerle instagrama #todayoutfit hashtagiyle fotoğraf paylaşmayacağız? Hele ki Emily Nelson (Blake Lively) iseniz çok zor. Karşısında ise filmin saint'i Anna Kendrick var ki kendisini şu filmden biliyoruz.
Sonuç olarak filmde plot twist yapılmak istendiyse olmamış daha çok ne alaka twist olmuş ama hiçbir şey göründüğü kadar mükemmel değildir 'in filmi diyebilirim. Dışarıdan gördüğünüz harika karakterler, arkadaşlıklar, ilişkiler, sevgiler hangi yalanların içinde büyüyüp gidiyor bilemiyorsunuz. Bu hayatta her şeyin bir bedeli var. Kimini hemen ödüyorsunuz kimi intikam gibi uzuuun süreler sonra... Dışarıdan 'azize' kimlikli görünüyor bile olsalar insanların içerisinde ne tür hinlikler barındırdığını da bilemiyorsunuz. En büyük varlığınız ailenizse ve siz onu 'küçük bir rica' ile yakınlarınıza bırakıyorsanız yaşanılacak tüm kırıklıklara da davetiye çıkarabiliyorsunuz. Son olarak sigorta bedeli sen nelere kadirsin diyor ve sizi filmle baş başa bırakıyorum.
Birbirleriyle kesinlikle geçinememiş iki kardeşin bir tesadüf sonunda yeniden bir araya gelmeleriyle başlıyor muhteşem talihsizlikler serüveni. Altan ve Nuri, bana kalırsa hiç ayrılmamaları gerekirmiş. Gerçi bana kalırsa neler neler olması gerekliydi de işte.
“Bilemiyorum Altan, bilemiyorum”
Doğal ve samimi filmlerimiz arasında çok rahat yer alabilecek, izledikçe eskimeyecek. Her defasında da aynı hissettirecek eminim. Sanki film gibi değil de ekranda akıp giden gerçek anların canlandırması ya da öyle bir şeyler. Sonuçta her şey güzel olacak; tüm insanlığın inanmak istediği ama buruk bir şekilde inanmayı ertelediği tesellimiz.
”Bir barı açıyorum, iki Ayla’yla aramı düzeltiyorum, üç babamı da yanıma alıyorum. Olay bitmiştir.”
Bir şeyler sürekli kötü gidiyormuş gibi olacak, gitmek zorunda. İşte o zaman sürekli kulağınızın dibinde, "bilemiyorum Altan" diye fısıldayan birisi olmalı. O varsa zaten bir adım öndesiniz. Bilirsiniz düştüğünüz her an elinizi uzattığınız yerdedir. Sizi ondan başkası kaldıramaz, kendiniz bile. Bunun bilincinde olmanız daha rahat hata yapmanızı sağlar. Hatalarla büyümüyor muyuz sonuçta.
"Yaptı yapmadı, neyse ne. Hayat işte.."
Komedi ve dramın bir arada olduğu, hayatın getirdiği tüm anları kucaklayarak inançlarını kaybetmeyen iki kardeşin hikayesini keşke daha çok kişi bilse ve izlese. Biraz katkı sağlayabildiysek ne mutlu,
güzel şeyler olur elbet. Önemli olan sizin hangi yöne doğru yol aldığınız.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.