Yıllarca her şeyinizden ödünç vererek desteklediğiniz adamın peşinden hayallerini gerçekleştirmeye kalkıp New York'a gittiniz mi bilmem, gitmeden tüm şarkılarına fikir verip albümünün hit parçasını yazdınız mı onu da bilemiyorum ama ortada bir emek varsa çoğunlukla sizindir bundan eminim. Biraz koruyucu oldu sanırım, ayrımcılık değil haklıyım diyen herkes haklıdır, kalbi çürümemişse tabii.
Gretta, yansıtılmak istenenin aksine oldukça güçsüz ve bir hayli acı çeken baş karakterimiz. Bu acıya eş değer başarısı da bir hayli takdir edilesi. Hele bu acıyla bütünleştirdiği şarkı sözleri muazzam. Döneminiz ne olursa olsun izleyeceğiniz döneme bir hayli umut katacak, kesin.
Gretta ve Dave'in beraber kurduklarını sandıkları düzenin Dave tarafından (hiç gocunmadan yazıyorum) ahlaksızca sarsılmasının üzerine Gretta'nın hayatına bir şekilde devam etmesini izliyoruz. O kadar umutlu o kadar başarılı ve o kadar müzik dolu. Bu umut ve başarının baş sorumlusu ise illegal adamımız Dan.
Baştan sona sıkılmadan izleyeceğiniz oldukça eğlenceli ama bir köşede yüreğinizi sıkıştıran bir film. Tam anlamıyla bir Pazartesi filmi. Gretta'nın iniş çıkışlarında ve New York'un büyüsünde kalarak izleyiniz.
"Eğer hiçbirini seçmezsek, bütün olasılıklar varlığını sürdürür."
Yıllar önce tren yolculuklarımın herhangi bir köşesine sıkıştırıp izlediğim filmi yazmamış olmam çok ilginç. Buralarda nefes alan filmlerin hepsi bir şekilde hayatımın bir köşesinde. Aslında onların nefes almasını isteyen benden başkası değil. Her ne kadar bilim kurgu filmiymiş gibi gözükse de bana kalırsa baştan aşağı fantastik bir dram hikayesi. Bana kalırsa dram olacak tabii, başka ne olabilir?
"Eğer patates püresi ile sosu karıştırırsan daha sonra ayıramazsın, sonsuza dek. Babanın sigarasından çıkan duman bir daha asla içine dönmez. Geri dönemeyiz. Seçmek, bu yüzden zordur."
2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan 117 yaşındaki Nemo'nun etrafında döneceğiz bu defa. İzlenmiş ancak tozlu raflarda yazılmayı bekleyen güzelli filmlerden biri. En güzel nefes alanlara katıp karıştırdığım için Pazartesi'yi bile sevebilirim.
Ölüm döşeğindeki Nemo küçük bir çocukken bir peronda durduğunu hatırlar. Tren kalkmak üzeredir, annesiyle mi gitmeli yoksa babasıyla mı kalmalıdır? Nemo'nun vereceği karar sonsuz olasılığı doğurmaktadır. Olasılıklara ek pek çok gezegen, iki ölüm ve sevilecek kadınlar..
"Bu hayatların her biri doğru olan. Her yol doğru yol. Her şey başka bir şey olabilirdi ve en az bunun kadar anlam ifade ederdi."
Yusuf Atılgan'ın aynı isimli romanından uyarlamadır.
Bu size önce kitabını okuyup sonra filmini izleme zevkini tattıracak psikolojik bir durum.
Film 1980'lerde geçiyor, bulabileceğiniz yerlerde filmin de hd görüntülendiğini söyleyemeyeceğim ama değinmek istediğim nokta şudur ki, zaten "niye böyle" diyeceğiniz bir yere takılmayacaksınız.
Zebercet.
Anayurt Otelinin işletmecisi, filmimizin ve romanımızın baş kahramanı. Yani hayatına tanıklık edeceğiniz; onu, haberi yokken izleyeceğiniz meşhur sıradan adam. Yıllar önce oteli ona teslim etmişler, o da gece gündüz tatil bilmeden bu otelde sadece beklemiş. Yanına bir de gündelikçi kadın almış yıllar yılı üst kat ve alt kat arasına sıkışmış ama derinliğinde sade kalamayan bir hikaye .
Anayurt Oteli istasyona yakındır. Trene yetişemeyenler, öğrenciler, öğretmenler, sınava gelenler, askere teslim olanlar, günübirlik ilişkisini otelde sonlandırmak isteyenler... Hepsi bir gün Anayurt otelinin kapısını çalmış, misafiri olmuş.
Zebercet ise sadece bir perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının yolunu gözler. Onun kendisiyle kurmuş olduğu kısa 2-3 kelimeyi, bütün filme ve size cinsel bir düş gibi sığdırarak hayatını paylaşacak.. Bakıldığında sadelikte çığır aşmış,sıradan bir adamdır Zebercet ama denildiği kadar da ^sağlam^ mı acaba?
Yalnız, tek başına sürüklenen bir hayatın o hiç bozulmayan seyrinde müthiş takıntılarıyla ilerleyen bir adamın kısa-durağan öyküsü.
Hayatınızın her dakikasını istediğiniz ölçüde tekrar yaşama fırsatınız olsaydı desem?
Klişe bir soru gibi geliyor ama düşündüğünüzde kalbinizi ısıtmıyor mu, benim yakıyor. Yaptığınız toz tanesi kadar küçük hatalarınızı bile değiştirebilseniz, yaşadığınız o en muazzam dakikaları tekrar tekrar bir de bilinçli halinizle geçirebilseniz; dünya daha yaşanır bir yer olmaz mıydı? *Denemeye değer.
Her gününüzü tek bilet- tek seans sinema filmi gibi yaşayın ve onları geri istemeyin her şey ilk defasıyla güzel düşüncesini bencilce bulanlardanım. İnsanız ve sonunu bilmediğimiz ama kafamızda masalsı başlayan ya da düşünürken bile mutlu eden şeyleri ne pahasına olursa olsun yaşamaya bayılıyoruz.
Bir kere dünyaya gelme amacımız bu: daha iyisini istemek; hep bir şeyler istemek...
Düşünsenize hiç bitmesini istemediğiniz günleri tekrar yaşayacaksınız.
"Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu; iki kere öpeyim desem üçün boynu bükük "
der sevdiğim şair.
Boynu bükük kalmasın üçüncülerin...
Belki bir daha göremeyeceğimiz sevdiklerimizle doyasıya; içimizi çıkartırcasına yaşayabilirdik.
*Duyuyorum, insan sevdiği şeylere/kimselere nasıl doysun?
Tim ve Mary..
Tim başlarda bir kaç kez farklı atmosferlerde Mary ile tanışıyor. Bu tanışmaların hepsini seviyorsunuz, yakışıklı değil ama sempatik Tim bunu öyle başarıyor.
Mary'i The Time Traveller's Wife'tan biliyoruz ve seviyoruz; artık daha çok seveceğiz. Onun o soft romantik saçları belki biraz demode kahküllleri yine sempatikliğiyle karışacak film boyunca. Tim ise şanslı genlere sahip; bulunduğu ailenin erkekleri zamanda yolculuk yapabiliyor.
Bu güne kadar izlediğimiz zamanda yolculuk filmleri acıydı, burada değil.
Bir zamanda yolculuk böyle de sımsıcak işlenebilirdi, dedirtiyor.
Zamanla, pişmanlıklarla, aşkla ve kaderle ilgilenen filmlere daha bir içten bakıyorum bu doğru..
Yaşadığınız aşkın pişmanlıkla ve geçen zamanla ilgisi varsa kaderi suçlamak ona bir daha inanmamak elden gelen en kolay şey, bunu da biliyorum. Ama her şey aşk değil, bazen birini mutlu etmek için küçük dokunuşlar yapıyorsunuz
ve
h e r ş e y d e ğ i ş i y o r .
Çünkü ben kelebek etkisine gönülden inanıyorum. İşte Tim bu anları iyi niyetiyle doğru orantılı kullanıyor.
Tim der ki, "bazen bu seyahatleri kullanmaya gerek duymuyorsunuz, çünkü anlar çok kıymetli."
Tabii ilk zamanlarda söylüyor bunu, sonra o anların kıymetini öyle bir biliyor ki bunları iki kez yaşamanın gerekliliğini işliyor içinize ve ızdıraplı bir istek duyuyorsunuz tam da o vakit: "O anı bir kere daha yaşamak için her şeyi yapardım" dediğiniz an/ları tokat gibi çarpıyor yüzünüze..
Bazen bazı filmleri anlatmak istemiyorum çünkü eğer bunu beceremezsem sizden güzel bir an çalmış gibi olurum, böyle inanıyorum. İzleyince anlayacaksınız.
*T: Hiç yağmur yağmamış bir günde mi evlenmek isterdin?
M: Asla, bu günü hiçbir şeye değişmem *
*repliği, düğündeki o mis gibi şarkı eşliğinde Mary'nin küçük omuz dansıyla Tim'e doğru geliği an o kadar izlenilesi ki..
Yapımı yaklaşık 3 yıl sürmüş stop motion türünün oldukça kaliteli örneği kısa film. İçerisinde barındırdığı her ruh halinden nasibinizi alıyorsunuz. Tedirgince sahneleri seyrederken ağlamaktan kızarmış gözlere denk geldiğinizde paramparça ediyor sizi. Kısa film deyip geçmeyin koca hayatınızın bir kısmını alıp gidiyor.
Ah Kieslowski, kalbimizi sızlatmaya bir kez daha cüret etmişsin. Kızmak değil, yankılamak içinde tarif edemediğin şeyleri, filmin her sahnesinde bakışları bir bir içine hapsetmek. İkili ilişkilerde ne yaşanır bilmem ama Kieslowski'nin anlattıkları her zaman yaşanıyor.
Bunun kaderle ya da Kieslowski ile bir ilgisi yok, tamamen çok sevmekle alakalı. Serinin ikinci filmi ve yine bir deha ile karşı karşıyasınız. Polonya'lı göçmen Karol'ın hikayesi. Karısının sonsuz utanç kaynağı sebebiyle boşamasından sonra eski hayatına geri dönmeyi çabalıyor, bu sahnelerde eğlenseniz de umudunuzu kıracak yerler pek yakında.
- Seni seviyorum desem anlamayacaksın, senden nefret ediyorum desem onu da anlamayacaksın, seni istiyorum, sana ihtiyacım var dememi de anlamayacaksın, + Anlıyor musun? - Hayır...
Tamamen farklı birisi olmaya başlayan Karol başta eşi olmak üzere tüm arkadaşlarını ve parasını kaybetmiştir. Yeniden bir şeylere tutunmaya ek yapılacak tek bir şey var; intikam! Sıcak mı yenir soğuk mu bilmem ama bu derece aşk doluyken de yenmez yahu. Hazımsızlık yapar. Aşk ve intikam üzerine yapılmış en güzel anlatımlardan birisi White, serinin bir Blue hali olmasa da bana kalan apayrı sahneleri var. Keyifli seyirler..
“Bil ki; yaşadıklarınla değil, yaşattıklarınla anılırsın ve unutma; ne yaşattıysan elbet bir gün onu yaşarsın.”
Tür : Dram
IMDb: 7,2
Yönetmen: Kim ki-Duk
Oyuncular: Min-So Jo, Jung-Jin Lee, Ki-Hong Woo
Biz her ne kadar izledikten
sonra yine Kore ve yine duygusal vahşeti ele almış bir intikam filmi
desek de Kim-ki Duk'a göre konu intikam değil; paranın insanlara neler
yaptıracağıyla ilgili tamamen. Filmi izleyin, siz de söz sahibi olabilin bence. Pieta, Dünya prömiyerini 2012 Venedik Film Festivalinde yapan ve burdan ödülle dönebilen rahatsız filmlerimizden .
Bir
bebekten katil yaratılır filmleri hep sevgisiz Koreli çocukların kaderi
mi diyordu okuduğum bir yazıda.. Öyle mi bilemem ama sanırım bazı
şeyler göründüğü gibi değil demenin Korecesi oluyordur.
Ama
kalbinizi taşa da dönse bir tutam sevgi sizi mantıktan koparıp hissel
yaşantıya döndürebiliyor. Tek damlası bile kalbi yeniden yeşertmeye
yetebiliyor.
*Çalkalıyorlar; dibine çökmüş olan sevgi kendine geliyor.
Annesi
o daha çok küçükken terk edilmiş çocuğumuzdur, Gang Do; film başlarında
duygularını kaybetmiş ve kimseninkileri de önemsemeyen gaddar bir
tahsilatçı basitçe. Sonra birden annesi yeniden gelecek belki de..
Olamaz mı? Bu kez belki terk edilmemek için işinden vazgeçecek;
peşinden gelecekler klişesi mi olacak..
Son sahne bana OldBoi hatırlattı. Güllerin içinden kendi kızının çıktığını görmüştü bizim ihtiyar delikanlı.
Gang
Do da kendi için örülmüş kazağıyla annesinin yanında usul usul yatacak,
yatamazsa kalkar annesinden kalanları yeşertmek için etrafını sular,
değil mi?
Kalp
taş olmaktan çıktıktan sonra baktığınız duvara bile pembe bakıyorsunuz, o tarif edilemez duygular hep o anların verdiği inanılmaz derin
boşluklar oluyor... Aslında içinizde yaratılmış manevi çukurlar.
Hayatı iyisiyle de kötüsüyle de sadece yaşayarak izleyin...
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.