Little Women; 80'li yılların savaş sonrası Amerika'sında 4 kız kardeşin hikayesini konu alan Louisa May Alcott tarafından yazılmış oldukça popüler bir roman. Aynı romandan uyarlama bu filmin bana aşırı derecede yakın gelmesinin en temel nedeni 4 kız kardeş olmamızla alakalı olabilir.
Meg, Jo, Beth ve Amy. Birbirinden farklı huy, beceri ve kişilikteki kardeşleri tek bir ortak noktada toplayabilen ciddi bir bağ var. Her ne olursa olsun birbirlerinden aldıkları destekle toparlanabildikleri, koşulların olgunlaştırmadığı her şeyi sihirli bir değnek kullanıyormuş gibi anında güzelleştiriyorlar. Ciddi bir bağ; birbirlerine besledikleri Sevgi.
"Hayat, kız kardeşine kızamayacağın kadar kısa."
Gerwing'i Frances Ha ile tanımıştım, seneler önce filmi izlediğimde de aynı tadı almıştım. Her şeye rağmen "dik durabilen kadın" alt metnini hiç kaybetmiyor. bu güzel kadını uzun yıllar takip edebilmeyi diliyorum.
Her şey birbiri etrafında dönebilir, sahneler kendini tekrar edebilir. Sizin iç dünyanızda bırakacağı hislerle bir başkasında bıraktığı duygular hep farklı olur. Doğru olduğunu hissettiğiniz her ne varsa geri planda bırakmadan gerçekleştirin, çünkü hayat kendinizi kıramayacağınız kadar da kısa.
Hayallerimin seninkinden farklı olması önemsiz oldukları anlamına gelmez.
Aşkların, ilişkilerin ve insanların her zaman ve her yerde farklı olabileceğini belki de milyonlarca kez konuşmuşuzdur. Sıradaki hikayemiz, izleyenler için Paris Je'taime, Tatlım Tatlım tarzı; izlemeyenler içinse step by step ilerleyebileceğiniz ve birçok hikayeyi art arda görebileceğiniz bir hikaye.
Aşk aynı aşk -kelime olarak- ama değil 10 farklı hikaye; 3000 farklı hikaye bile yazılabilir üzerine.
Olmanız gerektiği zamanda aşık olursunuz. İçinizde farklı bir müzik başlar ve eğer karşılıklıysa bu bir müzik eserine dönüşür. Ben, teşekkür ederim hayatımdaki müziğe.
Gelelim hikayemize.
Tek istediğim birinin bana Fransada işlerin nasıl döndüğünü anlatması. Desin ki; onlar sadece film... Çünkü ben artık filmlerdeki gibi olduğuna inanmalı mıyım bilmiyorum.
Ve şiir gibi bir diliniz varken "seni seviyorum" demek neden je t'aime?!
Sağlık, para, aşk, arkadaşlar... her şey tamamken bile bir şeyler eksiktir bazen. Olay sadece bir amaç olmadan yaşamak eksikliği belki, belki tutku, belki bir başka şey. Bunu hisseden herkesi sevgiyle kucaklıyorum. Bu his var ve yalnız değilsiniz. Tehlike yokken aldığınız haz daha az olurmuş; biraz daha sabır.
Birinin sağladığı özgürlük sizi zincirler mi? Hiç düşündünüz mü bu paradoksu bilemiyorum ama sanırım hak vereceğiniz bir ilişki olacak. Kıskanmamayı başarmak diye bir şey de yoktur sanırım; onu hiç hissetmemek vardır. İlki zor; ikincisi mutlak mutluluktur.
Arzular içimizde bir ağacın yaprakları gibi fışkırır ve onlara dur demek mi bizi yüceltir peşinden gitmek mi? Çoğunlukla bizi aşka gözlerimiz yönlendirir. Bazen de yanıltır.
Frida Kahlo, "Sadece yaşamayanlar ölürler" der. İşte farklılıklarımızdan biri daha.
Bu filmin sonunda benim düşündüğüm bir şey daha var: Woody Allen, geldiysen üç kere vur!
Böyle ne zamandır yazmadığımı hesaplayınca geçen süreye içerlenmedim değil, peki ya neden? Elle tutulur bir açıklaması yok elbette, akıp giden zamanda geçip gitmesini bir an önce dilediğimiz bu günlerde yine kafamı meşgul edecek bir yığın işle uğraşıyorum. Bunlara kurumsal kimliğim de dahil elbette.
Seveceğimi düşündüğüm filmleri bir günde iki tane izleyecek şekilde planlasam yine de bitiremem. Listenin başında da The Diary of a Teenage Girl vardı. Başladığında ben bu filmi izleyebilir miyim diye düşünmüş olabilirim. Önyargıları yendiğinde vardığın o virajda bekliyor olacağım çünkü film bittiğinde ben o virajın sonunda bambaşka hissediyordum.
"Büyüdükten sonra anaokuluna gidip orada her şeyin minyatür olduğunu düşündünüz mü? Sandalyeler, masalar sandığınızdan çok daha küçük değiller mi? Hiçbir şeyin değişmediğini biliyorum. Ama her şey bana farklı gözüküyor."
Minnie, 15 yaşında kendini keşfetme hikayesine şahitlik ettiğimiz bence soğuk ama bir o kadar da çekici karakterimiz. Kendini keşfetme diyorum aslında sadece kendini değil insan davranışlarını, hikayesinde attığı her adımın onu nereden nereye götüreceğini de yavaş yavaş keşfediyor.
Sonra ne mi oluyor? Minnie gibi hikayenize ortak olanların vurduğu ve kırdığı tüm olguları onarmaya çalışıyorsunuz. Ara sıra yaşadığı akıl kayması (nefret ettiğini söylediği adamın dizlerinde ağlaması mesela) hareketlerinde bu hikayenin zaten izleyen ve yaşayan tüm insanlığa zararı dokunacak- gibi geliyor. Oysa ki insanın tüm zarar görmüş duyguları ve istekleri hayattaki beklentilerini geliştiriyormuş. Onları büyütüyormuş, küllerinden yeniden doğuruyormuş. İnsan, Minnie gibi en dibe düşmeliymiş ki kolayca ayağa kalkabilsin.
Marielle Henner, her şeye biraz dokunan ismimiz. Yönetmen, yazar ve aynı zamanda oyuncu. The Diary of a Teenage Girl yönettiği ilk filmi. Görsel şölenleri ve soundtrackları konusunda oldukça çekici bulduğum filmimiz de bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Ara sıra beklemediğim yerden fışkıran çizimlerle beni oldukça farklı bir hikayenin içinde olduğuma inandırdı.
Belki de kimse beni sevmiyor.
Belki kimse beni sevmeyecek.
Ama belki bir başkası tarafından sevilmekle ilgili değildir.
İnsan kendini bulduğu her anda kendisinden biraz daha uzaklaşıyor, umarım hikayeniz bunun tam tersi şekilde devam eder. Kendinizi virüsten koruyun, iyi seyirler.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.