Filmisyen
  • Anasayfa
  • Aşk En Çok Burada
  • Ailecek
  • Komiksel
  • Dram
    • Aşklı Dram
    • Fantastiksel Dram
    • Ruhsal Dönüşümler
Tür: Aksiyon, Komedi, Suç
IMDb: 7,4
Yönetmen: Shane Black
Oyuncular: Russell Crowe, Ryan Gosling, Angourie Rice


Merhaba, senenin en başarılı komedi hikayesiyle tanıştırayım sizi. Film sonrası normalde aklımda çok fazla detay kalmaz ama dün izlediğimden beri sürekli gözümün önüne gelen sahneleri bir türlü es geçemiyorum. Aklıma geldikçe kahkaha atıyor olduğum gerçeğini de saklamayacağım tabii ki. Ryan Gosling ve Russell Crowe'u yan yana hayal edemeyenleri şaşırtacak kadar başarılı bir birleştirme olmuş. 

"-Ben kötü biri miyim?
+Evet."


Filme dair en güzel detaylardan biri 70'lerde geçiyor olması sanırım, başarılı dedektif March ve Jackson'ın gizemli bir iş için tanışmalarıyla başlıyor. Önemli bir sırrı saklayan kızı ararken bir çok insanın da aynı kızı aradığını fark ediyorlar. Ünlü porno yıldızının ölümündeki sırrı bilen ve ortaya çıkarabilecek tek kişidir Amelia. Bu da olayı bir tık daha karıştırıyor elbette. 


Fazla beklentiye kapılmadan yeri geldiğinde sesli güleceğinizi, yeri geldiğinde tebessüm edeceğinizi kabul ederek izlemeye başlamalısınız. Sonrası zaten sizin için güzel bir keyfe dönüşecek, Ryan Gosling oyunculuğunu yine tap bir noktaya taşımış yine yeniden efsaneydi. Russell Crowe ve Ryan Gosling'den bahsettiğimiz kadar Angourie Rice'dan da bahsetmeliyiz, kocaman bir takdiri hak ediyor. O nası bıcır bir oyunculuk, nasıl güzel bir sadelikti. Aksiyon sahnelerinin her birinde alttan incecik bir dokundurma yapılmış, her kesime hitap eden başarılı bir Shane Black eseri olmuş bence. Yeterli ilgiyi görmeden rafa kaldırılmış şahane işlerden yalnızca biri, bu kısmı fazlasıyla üzücü elbette.

Gerçekten eğlenerek izleyeceğiniz şahane bir Salı filmi olur, keyifle. 

Tür: Dram, Suç, Gizem
IMDb: 7,3
Yönetmen: Reema Kagti
Oyuncular: Aamir Khan, Kareena Kapoor, Rani Mukerji

Bollywood filmlerinin Hollywood filmlerine kafa tutmasına bayılıyorum, bu işi de son derece başarılı tamamlıyorlar. Bir sonraki başarılı filmleri izlemek için sabırsızlanıyorum. Zaman eksikliği, üşengeçlik ve geriye kalan bir çok sebep yüzünden keşfedip izleme fırsatı bulamadığım filmlerden sadece bir tanesiydi Talaash. Aamir Khan'ın ismi geçiyorsa zaten bizim için anında kutsallaşıyor film. (Bunu biliyorsunuzdur zaten.)


Bu sefer o kadar farklı bir rolle izledim ki onu, ilk kez hatta. Filme dair hiçbir detayı beğenmeseniz bile Aamir Khan oyunculuğu hatırına sonuna kadar izlersiniz. Film içerisinde sadece bir polisiye hikayesi barındırmıyor bunu fark ettiğiniz her dakika "Yine yapmışlar yapacaklarını." diye düşünüp duruyorsunuz. Emsali olan bir çok hikayeye gerçekten on basar, başarılı bir kurgu. En sonunda sizi sudan çıkmış bir balığa dönüştürecek. 

"Ruhlar çok üzgün insanlarla iletişim kurabiliyorlar, çok üzülürsen sana da gelirler."

Bir insanın sizi bir şekilde hiçbir zaman şaşırtmaması da aslında çok güzel bir şey. İyi veya kötü karşınızdaki insandan beklentileriniz hep stabil kalıyor bu sebeple, nasılsa ne yapacağını biliyorsunuz. Aamir Khan da öyle, hiçbir zaman yanıltmadı beni, yine yeniden parmağının değdiği bir işe bayıldım, bayılıyorum ve bayılacağım. Bizde bu hayranlığın oluşmasına sebep olan güzel kadın annem, ona daha çok bayılıyorum. 

Film hakkında yorum yapacağım sandınız ama genelde izlediğim filmlerin hepsini yaşadığım hayatla yorumlarım, izlediklerimden çok daha fazlasını hissediyorum. Belki çoğu insanın göremediği, çoğu insana basit gelen sahneleri gözümde büyütüyorum ama benim için hepsi gerçek. Bollywood filmlerinin en can alıcı atışları da toplumsal olaylara, haksızlıklara karşı ayırdıkları sahneler bana kalırsa. Bir yerde bir kadının kaybolma haberi üzerine herkesin ne kadar da olağan karşılıyor olmasına sitem etmişti Rosie, haklıydı.


Hikaye içindeki hikayede kendinizi bulmak sizi ne kadar korkuturdu? Kendinizi bulacağınız bir sürü hikayeniz olsun, keyifle ve gerilerek izleyiniz. (İstemeseniz de baya bir gerileceksiniz çünkü.)
Tür: Dram, Romantik
IMDb: 7,0
Yönetmen: Maïwenn
Oyuncular: Vincent Cassel, Emmanuelle Bercot, Louis Garrel


 Tony ve Georgio'nun kesişen yolları ve Tony'nin rastlantının dışındaki hayal kırıklıklarına şahitlik edeceksiniz. Hikayenin klasik olmasından şikayet eden çok fazla izleyici olmuş ama daha önce böyle bir psikolojik şiddete şahitlik etmemişsinizdir, eminim. Fransız filmlerini her zaman sevmişimdir, dram kategorisinde her zaman bir adım önde yer alırlar benim için. Oyunculuklarından, müziklerine her şeyleri izlemeden kabulüm ve sevdiğimdir. Mon Roi'de öyle oldu, izlemeden sevdiklerimden, İzledikten sonra taptıklarımdan..

Bir insanı sevdiğiniz zaman acı çekmeyi bile kabul ediyorsunuz, herkesin mutluyum diye övündüğü hislerin tersine siz mutsuzluğunuzdan övünüyorsunuz. Birbirlerinin frekanslarına çok hızlı ve tutkulu bir şekilde giriş yapan Tony ve Georgio'nun birbirlerine ne kadar ağır geldiklerine inanamayacaksınız. İstemek, beklemek, hayal kırıklığı Tony'nin hayatındaki en top hisler. 


"Aşk, var olan en kuvvetli uyuşturucudur."

Hepimizin hayattaki beklentilerimize karşılık bulma şeklimiz farklıdır. Beklentilerimiz için kimimiz ağlayarak, kimimiz susarak, kimimiz bağırarak mücadele ederiz. Kimimiz kalmak için sınırları/sabırları zorlar, kimimiz gitmemek için biletleri yakar. Kimimiz de hiçbir şey yapmayız. Derinlerde bir yerde silik bir mücadele isteği vardır ama karşısındakinin bu mücadeleye karşılık vereceğinden emin olduğunu bildiğinden tek bir kelime ile bile bu savaşı kazanabilir. 

Hayat, ya bulutlarda kalmaya devam edeceksin ya da o kadar yüksekten çakılacaksın yere. Yerin dibine. 

Her şeyiyle çok fazla beğeneceksiniz, şimdiden iyi seyirler.

"Dünya sanki yepyeniymiş gibi, bugün sabahların ilki gibi, hala şafak vakti gibi. Doğrusunu söylemek gerekirse sayın katipler hali hazırda harcanmış olan bizi hayal kırıklığına uğratan kendi özgürlüğümüz. Gerçekten sevebilmek için sevgiye ruhunu verebilmek için kaybedecek bir şeyi olmamalı insanın. Pervasızca atılmaya cesaret etmek için, en katı hükümdarların en büyük fırtınaların düşüşünü görmeliyiz. Seninle hiçbir şeyi harcamamak için her şeyi yaşamış, her şeyi defalarca harcamış olmalıyız. Aşk yepyeniyken, tertemizken hiçbir şey değil. Fırtınadan önceki aşk seçim değil, biçim. Başıma bir şey geldiğinde, kazaya kurban gittiğimde, beni üzgün gördüğünde orada ol aşkım. Doğru sözü söyle, doğru bakışı bul. Evet aşkım, işte o zaman bana güven. Orada olacağım, ne olursa olsun. Kaçırmayacağım. İşte o zaman tek ses, tek ağız. Biz kazanacağız."

Tür: Dram, Komedi, Müzik
IMDb: 7,0
Yönetmen: Dan Fogelman
Oyuncular: Al Pacino, Annette Bening, Jennifer Garner

Danny Collins, belki de ismini daha önce duymadığınız ünlü rock yıldızı. Kendi isteği dışında sahip olduğu bir repertuara ve kendi isteğiyle yaşadığı korkunç bir hayatı var. Korkunç demek yine bize düşmüyor elbette ama, bir yerde tıkandığı bir hayatı var diyelim. Geç kaldığı bir kırk yılı, yaşadığı lüks içinde hissedemediği doğruları var. Yaşadığı hayatta kendisini bulabildiği anlar dışında çokta abartılacak bir yaşamı yok. 


O kadar çok yaşam dedim ki, biyografi filmi olduğunu anlamış olmalısınız. Bir akşam uzandığınızda zamanın sıkıcılığı üzerine düşünürken bir anda neşenizi yerine getirecek sıcaklıkta. Orta yaşlarındaki dünyaca ünlü müzisyenin yaşadığı sanılan hayatının aslında çok farklı olduğunu beş saat sürse de izleyebileceğiniz tatlılıkta aktarmış Dan Fogelman. Geçmişi ile olan samimi kucaklaşmasına şahitlik ediyor olmanız ise her birinden tatlı. 


John Lennon'un kendisine yazmış olduğu mektupla geçmişinde yapamadığı, yapmak istemediği şeyleri telafi etmeye çalışır. Son kez beste yapmaya başlar, gerçek aşkı yaşamaya, ailesiyle arasını düzeltmeye ve daha bir çok güzelliğe çok geç olmadan erişmeye çalışır. Tüm bunları çabaladığı anların tatlılığı Al Pacino'nun efsanevi oyunculuğuyla bütünleşmiş. Şimdiden keyifli seyirler.. 

"Ben de cehenneme giderim çünkü kefareti satın alamazsın."


Filmde çalan bazı şarkılara ulaşmak için tık tık;
Tür: Romantik, Komedi
Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Colin Firth, Emma Stone, Marcia Gay Harden
IMDb: 6,6



*** az biraz spoiler içerir***

 "happiness is not a natural human condition"

*** spoiler tehlikesi geçti sayılır***

Son günlerde duyduğum en anlamlı tespit olur kendisi. Bir Woody Allen hayranı olarak yine şüphesiz izlediğim film diyebilirim. Baştan söyleyeyim Woody Allen zekasıyla sizi de alt edecek, eder. Çünkü Woody Allen. Adamın hali tavrı küstahlık değil resmen hakkı. Bayılıyorum ona; özellikle bu kendini beğenmiş ve zekasını gözümüze sokan hallerine. Başrolde de aynı Woody Allen özelliklerine sahip bir karakter var; oğlak burcu erkeği diyenler olmuş ^^
Filmin tadına geçecek olursam bu film ne bir Midnight in Paris ne de bir Vicky Cristina Barcelona ve benzerleri... Onlar kadar müthiş güzellik bahşetmediği gibi yormuyor da sadece herkes birbirini buluyor işte. 20'lerin Güney Fransası, kıyafetleri ve ufak tefek manzaraları mevcut.


1927 Berlin'inde dünyaca ünlü sihirbaz, Wei Ling Soo rasyonel ve tanrıya inanmayan; dualara enerjilere önem vermeyen sürekli sorgulayan ve usta kandırma yeteneğine karşın kesinlikle kandırılamayan bir sihirbazdır. Asla inanmadığı ve defalarca kez yalanlarını ortaya çıkarttığı medyumlar ise en büyük uğraşı olmuştur. Ta ki bir arkadaşının ona Sophie'ye karşı koyamadığını anlatana kadar. Nişanlısı Olivia'yla yağtığı tatil planından bile vazgeçerek bu işin peşine düşer. Fakat defalarca alt etme denemesine karşın Sophie o kadar masum ve savunmasızdır ki karşı konulamaz.


Filmin en önemli noktalarından biri halanın sözlerinde saklı. Açıkça; küstah beynin sana Olivia ile cennet birlikteliği yaptığını ve inanılmaz düzen, inanılmaz uyum sunmuş gibi gösteriyor. Ama tüm bunlara karşı Sophie'nin tek bir gülümsemesi her şeye eş değermiş gibi, diyor. 
Öyle olmuyor mu, mantığın size dur dediği ya da tam tersi yap dediği şeyleri koşulsuz yapmaya başladığımızda kendimizi çok akıllı hissediyoruz. Halbuki istemediğimiz şeyler bile o arada aradan kaynayıp oluveriyor. Kalbi, aklı ve tüm her şeyi dozunda ve yerinde kullanabilmeli... Sahip olduğunuz hiçbir şey size hükmedememeli, ruhun bilincinde olmalı.



Sevdiklerinize sonsuza kadar kanacakmış gibi izleyiniz. 









Tür: Animasyon
IMDb: 8,3
Yönetmen: John Kahrs

Siyahı ve beyazı sev, kısa filmlere yönel
ve
aşkı bul artık.

Kısacık ömrümüze her güzelliği sığdıracakmış gibi izleyiniz.

Tür: Dram, Romantik 
IMDb: 7,6
Yönetmen: Stephen Daldry
Oyuncular: Kate Winslet, Ralph Fiennes, Bruno Ganz

Anlamsız gibi gözüken ama şaşırtıcı bir şekilde doyurucu gelen ilişkilerin gölgesinde hislerden çok dikkatimizi toplamamızı istedikleri tek yer var; Michael ve Hanna'nın birbirlerini neyin yerine koydukları. 

2. Dünya savaşı sonrası Michael'ın Hanna'ya aşık olmasıyla başlıyor hikaye. Önemli olmayan onlarca detaya aldırış etmeden mutlu olmak istedikleri şekilde davranan iki karakter. Michael'ın isyanıyla devam ediyor; "Sen benim nasıl olduğumu hiç sormuyorsun!" Ne kadar dolu bir öfke. Herkesin anlayamayacağı anlayanın bir kaç kere okumasına sebep. 


2008 yapımı film Bernhard Schlink romanı uyarlaması. Tabii ki dram, tabii ki efsane. Ekran karşısında sizi belki de kısa aralıklarla ağlatabilen nadir yapıtlardan. Romanı edinip okumanızı özellikle rica ediyorum. Detayların fazlalığında kısa sürede boğulup gideceksiniz. Ufak detaylarla karşılaşan Hanna ve Michael'ın birbirlerinde eksik gördükleri duyguları tamamlıyor olmaları, bir süre sonra birbirlerine yetersiz gelmeleri. Duyguların da yetersizliğe yönelmesi, hepsi hayat kadar gerçek. 


Hanna'nın ortadan kayboluşunun üzerinden 8 koca yıl geçiyor, Michael ise hukuk fakültesi 2.sınıf öğrencisi. Profesör ve sınıf arkadaşları ile örnek bir duruşmayı izlemeye gidiyorlar. Michael'ın Hanna'nın sesini ilk duyduğunda kitlendiği sahnede yansıttığı oyunculuğu ayakta alkışlarım. Yavaş yavaş dava çözümlenmeye başladıkça Michael'ın da Hanna hakkında bir çok şeyi çözümlüyor olması sizi ancak bu kadar yaralayabilir. Bir insanın yanınızda olması sizinle olmasından daha az önemsizdir. Bir yerlerde kaybettiğine emin olduğu Hanna'yı hayatı boyunca koca bir yara gibi gözükse de unutamaz Michael.

Michael'ın gözlerinden ardı ardına dökülen gözyaşlarıyla izleyiniz. 

Tür: Dram, Bilim Kurgu
IMDb: 6,8
Yönetmen: Shane Carruth
Oyuncular: Amy Seimetz, Frank Mosley, Shane Carruth

 Beni her eserini doktora tezi titizliğinde hazırlayan Shane Carruth'la tanıştırdı, sıkça dolandığım çılgın sosyal medya paylaşımlarının birinde Kris ve Jeff'in  görselleriyle keşfettim. Allahım, bu tarz iyi niyetli karşılaşmalara aşığım.

Bütünüyle bir zincirden oluşan dünyada yalnızca insanlar yok ne yazık ki. Daha duyarlı olması konusunda üzerine titrenmiş olan insanlığın hayvani bir içgüdüyle gelişimine şahitlik etmemizi istemiş bence Carruth. Sığ, soğuk, dar yaşam alanlarımızda ne kadar da zararlıyız. Farkında olmadan, zararsızmış gibi yaşıyoruz.

----- Birazcık spoiler bıraktım aşağı -----


Kris, hırsız tarafından etkisiz hale getirilip tüm yaşantısı sıfırlanıyor. Yaşantı demek ne kadar doğru bilemedim, kendini sadece işine kaptırmış insanların yaşamak için sadece nefes aldıklarını düşünüyorum. Yaşam, gülümseyecek bir kaç hikaye yaratamadığınızda anlamsız bence. Kris'in etkisiz hale gelmesi ardından hırsızın tüm söylediklerini bir robot gibi yerine getirmesini izliyoruz bir süre, içinde büyüyen deney kurtçuğunu vücuduna açtığı kesiklerle çıkarmaya çalıştığı umutsuz sahneler ise rahatsız edici olmalarına rağmen fazla gerçekçiydi. 


Jeff, esas oğlanımızla Kris'in karşılaşmasıyla film anlamını ikiye katlıyor. Jeff'in de daha önce aynı hipnoza maruz olmasını vücutlarındaki izlerden anlıyoruz. Kris'in vücudundaki kurtçuğun çıkarılmasında bir domuza aktarımını sağlayan gözlemci adamın da farklı yöntemleri mevcut. Filmdeki bütün karakterler domuzlar da dahil birbirine fazlasıyla bağlı. Her birini hayatınızdaki hangi gerçekle bağlarsanız bağlayın sonunda aynı hissedeceğiz eminim.

İzledikçe düşünmeye yöneleceksiniz düşündükçe izlemeye elbette. Ama bir kere izlenecek bir film kesinlikle değil en az iki kere cevapsız kalan sorularınızı arayacaksınız detaylarda, iyi niyetle izleyiniz. 

Tür: Dram, Fantastik, Romantik
IMDb: 7,2
Yönetmen: Lee Toland Krieger
Oyuncular: Blake Lively, Michiel Huisman, Harrison Ford

Yaşanan bazı anların tekrarlanmasına tanık ettiler bizi daha önce. Zamanda yolculuk filmlerinden bahsediyorum; tekrar tekrar yaşayıp anları güzelleştiren kimi zaman haksızlığı kimi zaman mutluluğu gördüğümüz... Fakat zamanda yolculuk yapmak değil de zamanın o çok uzun akışında birebir yaşamak büyük bir haksızlıktan başka ne olabilirdi?



Olduğumuz yerde saymanın vücut bulma haliydi Adaline. Kimsenin ona yetişememesi onun da hep 29 kalması... Uzaktan gelen davulun o hoş sesi gibi bu. Etrafınızdaki herkesin çöküşüne, bitişine ve gidişine tanık olmanız ve tüm bunlar olurken sizin açıklanamaz bir şekilde hiç yaşlanamamanız konu alınmış. Kendi öz kızınız yanınızda saçlarına ak düşürürken, yüzü kırışıklıklar içindeyken, sevdiğiniz adamlar birer birer ölürken hep 29 yaşında kalıp 29 yaşında görünmeniz büyük haksızlık; herkes için. 
Adaline, hayatının aynı okuduğum bir kitaptaki gibi kısmına misafir ediyor bizi. Kendisi sürekli kaçmanın, saklanmanın kimseye faydası olmadığının büyük bir kanıtı. 



Öyle ki hikayenin en güzel kısmı bana göre inanılmaz bir "öngörü" yeteneğine sahip olması. Bu ne kadar şaibeli bir durum da olsa sırf bunun için bir kere denemek isterdik eminim. 



O muazzam güzelliğiyle Blake Lively'nin bembeyaz saçlı kızına sarılışlarındaki tuhaflık ve kızının başkalarına "ben Adaline'ın büyükannesiyim" dediği anlardaki burukluk gayet iyi resmedilmiş. Her devirde tam bir güzellik abidesi olmayı başarmış bir kadın, nasıl da muazzam duruyor. Hikayenin sonunda saçlarının beyazladığını fark edip mutluluğu gözünden okunan Adaline için en az üç kere izlenir. 


Yaşlanıyor olabildiğinize şükredercesine izleyiniz. 





Tür: Komedi, Romantik
IMDb: 4,9
Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu
Oyuncular: Rıza Kocaoğlu, Tuba Ünsal

Hani derler ya "iki kişiye birbirlerine aşık olduğunu söylersen, aşık olurlar" diye. Çevrenizdeki insanların tutumları da bazen hayatımıza yön verebiliyor demek ki. Yani içindeki narı dürtüyorlar üzerlerinde beyaz gömlek varken.

Filmin başında "ne bu şimdi" "ee yani" diyerek yedim bitirdim kendimi. Yüzeysel olmamak lazımmış, anladım. İnsan sadece bakabildiği kadarını görüyor ve bu gerçekten korkunç bir şey! Bir şeyi bir kere tecrübe ettiğinizde düşüncelerimizin önyargı olduğunu fark edemeyecek kadar acımasızca aldanıyoruz bence. Bu suç olmaktan da çıkıyor bir müddet sonra çünkü bilinçsizce devam ediyor. Neyse ki benim kendimde takıldığım küçük sorunlardan bağımsız romantizmde bu film. 


Türlü koşuşturmanın içinde sadece eğlenceli bir hayat peşinde olan, 'kötü' söz yazarı Hakan ve Hakan'ın her zamanında yanında olan tam bir kötü gün dostu; şeffaf ilişkiler prensesi ve aynı zamanda hayattan çok da uzun süreli beklentisi olmayan Derya... Tanıklık edeceğimiz kısa bir hayat hikayesi bu ikili üzerine konumlandırılmış. Evlilik krizi değil konu, uzun süreli arkadaşlıklarını sonra aşka dönüştürüp mutlu sona giden ikilinin konusu da değil. 
Bırakın vaktiniz geçsin, bırakın Derya kimseye acımasın. En çok da kendine... 
Zaten öyle olmuyor mu? Dünyanın en büyük kötülüğünü de yapsanız karşıya verdiğiniz zararın bin katını kendinize vermiş oluyorsunuz bile. İnsan ne ederse kendine ediyor şayet hala yaşıyorsa bu daha kötü tabii. Her kötülükten sonra ölmeli, ölünmüyorsa çok zor.



Hayat boyu kaç kere dünyanın en güzel gülüşüne ve kokusuna tanık olunabilir bilmiyorum. Aşk bir keredir, sevgi üç kere gibi saçma planlar yapmadan ve aşk dediğin böyle olur, hoşlanma şu şekilde, arkadaşlık da böyle diye anlamsız kuralların olmadığı hayatlar çok güzel. Her şeyin kuralı her şeydir. Kaldı ki bir şey oluşmaya başladıktan sonra kural olmaz, bittikten sonra bir kuralı olduğunu anımsarsınız o kadar. O da varsa tabii...

Ve son bir kez geriye güzel bir anı bırakıp gidenler ne güzel değil mi? O aslında 'hiç gitmemiş' gidenlerin anısına izleyiniz.

Sevgiyle,






Tür: Komedi
IMDb: 7,6
Yönetmen: Jacques Tati
Oyuncular: Jacques Tati, Jean-Pierre Zola, Adrienne Servantie

Bilen bilir niye buralarda bir şeyler karaladığımı, ileri bir tarihte hayatın bir tarafında klasik telaşa kapılmışken yapabildikleri en güzel şey umarım bu filmleri izlemek olur. Kitaplıktaki kitapları okumak şartıyla elbette. 

Bu ülkede yaşıyor olup kaderimizi bir köşede değiştiremiyor oluşumuzdan sonra hayal kurmayı da bıraktık sanıyorum, kendimden biliyorum. Bir şeyleri başımıza gelmesinden korkarak yaşıyoruz, kendimizi dahi düşünemediğimiz bu coğrafyada bir de sevdiklerimizi düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Zor işte, böyle sıkıntılı zamanlarda elimizden hiçbir şey gelmiyor olmasıyla baş başa kalıyoruz. 


 Mon Oncle, Jacques Tati'nin ilk renkli filmi. 1958 yılının en iyi yabancı film oscar'ına sahip. Döneminin bana kalırsa dışa aktarılan fazlaca zeki projesi. 

Dönemin popüler akımlarından Modernizm'i eleştiren Tati'nin kullandığı renkler, samimi, zeki ve kendine özgü anlatımıyla zaten pek çok ödülü toplamış. İzlerken özünüzde yatan fakat açığa çıkarsa öldürülecekmişsiniz hissine kapıldığınız yaşantınızı sert bir şekilde eleştirmiş Tati, yaşadığınız yerle kafanızda yarattığınız yaşam alanında ne kadar mutlu olduğunuzu sorgulatıyor bir yerde. 

Modern hayat belki güzel, kendine hapsedici belki fazla şaşalı fakat olması gereken değil. Modern hayata geçiş öncesi yaşantı ile modern yaşantı arasındaki farkı geçiş sahneleriyle nasıl bu kadar güzel bağladığına hayran kalacaksınız. İki yaşam alanı arasındaki farklılıkları vurgulamaktan kendini kurtaramamış Tati, iyi de yapmış. 


Modern yaşam alanında gürültü, teknolojik cihazların rahatsız edici sesleri arasında kibirden, böbürlenmekten ve gösterişten zor nefes alan insanlar varken eski yaşam alanında tam tersi hayattan zevk alan ve aldıkları her nefeste neşelenen bir ayrım var. Tati'ye göre böyle ama bana göre de böyle ki bu kadar sevdim filmi. 

Fıskiye sahnelerinin hiçbirisini unutamıyorum, nasıl da gerçekçi. Arada kalmış çocuklar ve köpekler. Modernliğe kapılmış ebeveynlerin modern hayata doğmuş ancak mutsuz çocukları. Belki de herkes hayatından gayet memnundur ama ben modern hayattan memnun değilimdir, olamaz mı? Olabilir. 

İki farklı yaşam alanı arasında gülümseyerek izleyeceğiniz harika bir hafta başı filmi, şimdiden iyi seyirler.



Tür: Dram, Korku
IMDb: 6,9
Yönetmen: Kornél Mundruczó
Oyuncular: Zsófia Psotta, Sándor Zsótér, Lili Horváth


Hagen; melez ve tanrısı tarafından hiçte dahil olamayacağı bir hayata terk ediliyor. Melez, ne kötü bir ifade. Bu hayatta her şeyin bir ayrımı var, acımasızca. Biz insanlar da bu ayrıma destek veren en korkak türüz. Yaptığımız ve yapacağımız tüm kötülüklerin bir gün karşımıza çıkacağını bile bile arkamıza bile bakmadan daha da kötü oluyoruz.


Festival filmlerini her zaman sevmişimdir, sebepsiz elbette. Kornel Mundruczo'nun yönettiği White God, Cannes film festivalinde belirli bir bakış açısı kategorisinde en iyi film ödülüne sahip.  Hükümet tarafından melez tüm köpeklerin toplanarak barınaklara gönderilmesi elbette filmin en can alıcı noktası. Belki de melez bir köpeğe sahip olduğum içindir, bilmiyorum. Anne, baba, toplum. İnsanların sizin yalnızlığınızı paylaştığınız fakat kendi belirledikleri standartlar dışındaki hiçbir canlıya tahammülleri yok ne yazık ki. 


Lili, 13 yaşında birbirinden ayrı anne-babanın çocuğu. Bu kadar kaosun ortasında sığındığı en değerli varlığı Hagen. Lili annesinin seyahati sonrası babasının yanına yerleşiyor. Banyoda Hagen ile uyuyabilmek için küvete kıvrıldığı sahnede ağlamaya başladıysanız, siz eşittir ben demektir. Komşuların şikayeti üzerine köpeğin barınağa götürüleceği kararına varılıyor, bundan sonrası Lili için akıl almaz ve korkunç bir macera. 


İki farklı ırk içinde nasılda aynı duygular yatıyor, inanamayacaksınız. Dünyayı yalnızca bir gün köpeklerin egemenliğine bıraksak sanıyorum ortada bir tane insan bırakmazlardı, haklı olarak. Oldukça sarsıcı sahneleriyle White God Cuma filminiz için onay bekliyor, filmin sonundaki sahneye bayılmayı unutmadan izleyiniz. 



Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

HAKKIMIZDA

1d77c03ec7fc89d934da799ec5223a16.jpg
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.

Ecem, Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor. İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^

Ben, Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.

Bizi Takip Edebileceğiniz Bağlantılar

POPULAR POSTS

  • Joker, 2019
  • Million Dollar Baby, 2004
  • 500 Days Of Summer, 2009
  • True Romance, 1993
  • The Nice Guys, 2016
  • Her Şey Çok Güzel Olacak, 1998
  • Bana Masal Anlatma, 2015
  • Once Upon a Time... in Hollywood, 2019
  • Never Let Me Go, 2010
  • Edward Scissorhands, 1990

Spotify

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Katkıda bulunanlar

  • Ecem Akanur
  • filmisyen
Powered By Blogger

Blog Arşiv

  • ►  2023 (1)
    • ►  Mart (1)
  • ►  2022 (3)
    • ►  Kasım (2)
    • ►  Ekim (1)
  • ►  2021 (1)
    • ►  Mart (1)
  • ►  2020 (14)
    • ►  Aralık (3)
    • ►  Ağustos (1)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Nisan (4)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (1)
    • ►  Ocak (1)
  • ►  2019 (16)
    • ►  Aralık (1)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (5)
    • ►  Eylül (2)
    • ►  Mayıs (1)
    • ►  Nisan (1)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (1)
    • ►  Ocak (2)
  • ►  2018 (11)
    • ►  Aralık (1)
    • ►  Kasım (2)
    • ►  Ekim (1)
    • ►  Eylül (2)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Şubat (3)
  • ►  2017 (14)
    • ►  Aralık (1)
    • ►  Kasım (1)
    • ►  Ekim (1)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Mayıs (2)
    • ►  Mart (2)
    • ►  Şubat (5)
    • ►  Ocak (1)
  • ▼  2016 (15)
    • ▼  Kasım (3)
      • The Nice Guys, 2016
      • Talaash, 2012
      • Mon Roi, 2015
    • ►  Eylül (1)
      • Danny Collins, 2015
    • ►  Ağustos (1)
      • Magic in the Moonlight, 2014
    • ►  Haziran (1)
      • Paperman, 2012
    • ►  Mayıs (1)
      • The Reader, 2008
    • ►  Nisan (2)
      • Upstream Color, 2013
      • The Age of Adaline, 2015
    • ►  Mart (4)
      • Dünyanın En Güzel Kokusu, 2016
      • Mon Oncle, 1958
      • White God, 2014
    • ►  Şubat (2)
  • ►  2015 (24)
    • ►  Ekim (1)
    • ►  Eylül (1)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (1)
    • ►  Mayıs (2)
    • ►  Nisan (1)
    • ►  Mart (5)
    • ►  Şubat (3)
    • ►  Ocak (9)
  • ►  2014 (30)
    • ►  Aralık (6)
    • ►  Kasım (5)
    • ►  Ekim (3)
    • ►  Eylül (5)
    • ►  Ağustos (2)
    • ►  Temmuz (1)
    • ►  Haziran (2)
    • ►  Nisan (2)
    • ►  Mart (3)
    • ►  Şubat (1)
  • ►  2013 (2)
    • ►  Mayıs (2)
Bumerang - Yazarkafe

İzleyiciler

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Kötüye Kullanım Bildir

Designed by OddThemes | Distributed by Gooyaabi Templates