Hani derler ya "iki kişiye birbirlerine aşık olduğunu söylersen, aşık olurlar" diye. Çevrenizdeki insanların tutumları da bazen hayatımıza yön verebiliyor demek ki. Yani içindeki narı dürtüyorlar üzerlerinde beyaz gömlek varken.
Filmin başında "ne bu şimdi" "ee yani" diyerek yedim bitirdim kendimi. Yüzeysel olmamak lazımmış, anladım. İnsan sadece bakabildiği kadarını görüyor ve bu gerçekten korkunç bir şey! Bir şeyi bir kere tecrübe ettiğinizde düşüncelerimizin önyargı olduğunu fark edemeyecek kadar acımasızca aldanıyoruz bence. Bu suç olmaktan da çıkıyor bir müddet sonra çünkü bilinçsizce devam ediyor. Neyse ki benim kendimde takıldığım küçük sorunlardan bağımsız romantizmde bu film.
Türlü koşuşturmanın içinde sadece eğlenceli bir hayat peşinde olan, 'kötü' söz yazarı Hakan ve Hakan'ın her zamanında yanında olan tam bir kötü gün dostu; şeffaf ilişkiler prensesi ve aynı zamanda hayattan çok da uzun süreli beklentisi olmayan Derya... Tanıklık edeceğimiz kısa bir hayat hikayesi bu ikili üzerine konumlandırılmış. Evlilik krizi değil konu, uzun süreli arkadaşlıklarını sonra aşka dönüştürüp mutlu sona giden ikilinin konusu da değil.
Bırakın vaktiniz geçsin, bırakın Derya kimseye acımasın. En çok da kendine...
Zaten öyle olmuyor mu? Dünyanın en büyük kötülüğünü de yapsanız karşıya verdiğiniz zararın bin katını kendinize vermiş oluyorsunuz bile. İnsan ne ederse kendine ediyor şayet hala yaşıyorsa bu daha kötü tabii. Her kötülükten sonra ölmeli, ölünmüyorsa çok zor.
Hayat boyu kaç kere dünyanın en güzel gülüşüne ve kokusuna tanık olunabilir bilmiyorum. Aşk bir keredir, sevgi üç kere gibi saçma planlar yapmadan ve aşk dediğin böyle olur, hoşlanma şu şekilde, arkadaşlık da böyle diye anlamsız kuralların olmadığı hayatlar çok güzel. Her şeyin kuralı her şeydir. Kaldı ki bir şey oluşmaya başladıktan sonra kural olmaz, bittikten sonra bir kuralı olduğunu anımsarsınız o kadar. O da varsa tabii...
Ve son bir kez geriye güzel bir anı bırakıp gidenler ne güzel değil mi? O aslında 'hiç gitmemiş' gidenlerin anısına izleyiniz.
Bilen bilir niye buralarda bir şeyler karaladığımı, ileri bir tarihte hayatın bir tarafında klasik telaşa kapılmışken yapabildikleri en güzel şey umarım bu filmleri izlemek olur. Kitaplıktaki kitapları okumak şartıyla elbette.
Bu ülkede yaşıyor olup kaderimizi bir köşede değiştiremiyor oluşumuzdan sonra hayal kurmayı da bıraktık sanıyorum, kendimden biliyorum. Bir şeyleri başımıza gelmesinden korkarak yaşıyoruz, kendimizi dahi düşünemediğimiz bu coğrafyada bir de sevdiklerimizi düşünmek zorunda bırakılıyoruz. Zor işte, böyle sıkıntılı zamanlarda elimizden hiçbir şey gelmiyor olmasıyla baş başa kalıyoruz.
Mon Oncle, Jacques Tati'nin ilk renkli filmi. 1958 yılının en iyi yabancı film oscar'ına sahip. Döneminin bana kalırsa dışa aktarılan fazlaca zeki projesi.
Dönemin popüler akımlarından Modernizm'i eleştiren Tati'nin kullandığı renkler, samimi, zeki ve kendine özgü anlatımıyla zaten pek çok ödülü toplamış. İzlerken özünüzde yatan fakat açığa çıkarsa öldürülecekmişsiniz hissine kapıldığınız yaşantınızı sert bir şekilde eleştirmiş Tati, yaşadığınız yerle kafanızda yarattığınız yaşam alanında ne kadar mutlu olduğunuzu sorgulatıyor bir yerde.
Modern hayat belki güzel, kendine hapsedici belki fazla şaşalı fakat olması gereken değil. Modern hayata geçiş öncesi yaşantı ile modern yaşantı arasındaki farkı geçiş sahneleriyle nasıl bu kadar güzel bağladığına hayran kalacaksınız. İki yaşam alanı arasındaki farklılıkları vurgulamaktan kendini kurtaramamış Tati, iyi de yapmış.
Modern yaşam alanında gürültü, teknolojik cihazların rahatsız edici sesleri arasında kibirden, böbürlenmekten ve gösterişten zor nefes alan insanlar varken eski yaşam alanında tam tersi hayattan zevk alan ve aldıkları her nefeste neşelenen bir ayrım var. Tati'ye göre böyle ama bana göre de böyle ki bu kadar sevdim filmi.
Fıskiye sahnelerinin hiçbirisini unutamıyorum, nasıl da gerçekçi. Arada kalmış çocuklar ve köpekler. Modernliğe kapılmış ebeveynlerin modern hayata doğmuş ancak mutsuz çocukları. Belki de herkes hayatından gayet memnundur ama ben modern hayattan memnun değilimdir, olamaz mı? Olabilir.
İki farklı yaşam alanı arasında gülümseyerek izleyeceğiniz harika bir hafta başı filmi, şimdiden iyi seyirler.
Hagen; melez ve tanrısı tarafından hiçte dahil olamayacağı bir hayata terk ediliyor. Melez, ne kötü bir ifade. Bu hayatta her şeyin bir ayrımı var, acımasızca. Biz insanlar da bu ayrıma destek veren en korkak türüz. Yaptığımız ve yapacağımız tüm kötülüklerin bir gün karşımıza çıkacağını bile bile arkamıza bile bakmadan daha da kötü oluyoruz.
Festival filmlerini her zaman sevmişimdir, sebepsiz elbette. Kornel Mundruczo'nun yönettiği White God, Cannes film festivalinde belirli bir bakış açısı kategorisinde en iyi film ödülüne sahip. Hükümet tarafından melez tüm köpeklerin toplanarak barınaklara gönderilmesi elbette filmin en can alıcı noktası. Belki de melez bir köpeğe sahip olduğum içindir, bilmiyorum. Anne, baba, toplum. İnsanların sizin yalnızlığınızı paylaştığınız fakat kendi belirledikleri standartlar dışındaki hiçbir canlıya tahammülleri yok ne yazık ki.
Lili, 13 yaşında birbirinden ayrı anne-babanın çocuğu. Bu kadar kaosun ortasında sığındığı en değerli varlığı Hagen. Lili annesinin seyahati sonrası babasının yanına yerleşiyor. Banyoda Hagen ile uyuyabilmek için küvete kıvrıldığı sahnede ağlamaya başladıysanız, siz eşittir ben demektir. Komşuların şikayeti üzerine köpeğin barınağa götürüleceği kararına varılıyor, bundan sonrası Lili için akıl almaz ve korkunç bir macera.
İki farklı ırk içinde nasılda aynı duygular yatıyor, inanamayacaksınız. Dünyayı yalnızca bir gün köpeklerin egemenliğine bıraksak sanıyorum ortada bir tane insan bırakmazlardı, haklı olarak. Oldukça sarsıcı sahneleriyle White God Cuma filminiz için onay bekliyor, filmin sonundaki sahneye bayılmayı unutmadan izleyiniz.
"Aşk ile şefkat arasında eşine az rastlanır bir cevher. Gidecek başka bir yeri yoktu. Kendisine bir çiçeğin adı verilmişti ve kelimelerin arasında yaşıyordu. İnsana saç baş yolduran sıfatlar bazısı insanın aklına zorla giren, ot gibi büyüyen fiiller vardır. O ise nazikçe zihnimden yüreğime girdi."
Şans ne uzun kelime, bazılarımız bir aşkın meyvesi olarak dünyaya gelmiş olsakta bir kısmının yanlışlıkla var olduğunu unutmayalım. Gerçi bu yorumu doktor ile masraflar konusunda anlaşamayıp doğurmaya karar vermiş bir annenin evladı söylüyor. Yazarken bile tiksindim, gülerek bahsetsekte bu durumdan derinlerde bir yerlerde itirafın bazen gereksiz bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir sır olarak saklasalarmış keşke bu utançlarını.
Bir parkta henüz Margueritte gibi tatlı bir teyzeye rastlamadım, belki Germain gibi bir adam olmadığım içindir. Yanlışlıkla olmuş ve doğmuş Germain, bir gün kendisi gibi güvercinleri sayan Margueritte ile karşılaşır. Sizin gibi hisseden ve yaşayan insanlarla karşılaştığınız an bir anda keyif almaya başlıyorsunuz tüm düzeninizden. Yazmaktan, okumaktan, izlemekten. Tüm bunları yaparken düşündüğünüz her şey bir anda onlara yöneliyor, "acaba o da benim gibi mi düşünüyor" diye. Germain; çocukluğu boyunca sürekli azarlanmış, okumanın gerekliliğinin ve şaşasının farkında fakat bir şeyleri yapmasına engel olan hayal kırıklıkları sonucunda rafa kaldırmış. Margueritte sayesinde yeniden okumaya başlaması ise filmin benim için en özel yeriydi. Bir insana değil bir hayvana bile "Şu" diye bahsedilmemesi gerektiğinden bahsettiği sahnede kalbimi tam olarak fethetti.
Germain'ın eksiklikerini sevgiyi ve kitapların büyülü dünyasını geri veren Margueritte ile hikayesini izleme fırsatı yaratmalısınız. Sizin de seveceğinize inancım tam, birbirlerine eşsiz bir sevgiyle bağlanan Margueritte ve Germain masumluğuyla izleyiniz.. "Aşk hikayelerinde yalnızca aşk yoktur. Bazılarında tek bir " Seni Seviyorum" bile bulunmaz. Yine de, birbirimizi seviyoruz. "
İnsanın kalbi dışarıdaki hal ve hareketlerinin gösterdiği derecede pamuk gibi de değil, taş gibi de. Bazı şeyleri anlamak ya da bilmek için yaşamak; tanık olmak gerekiyor. Hatta maruz kalmak, kara bulutların altında mücadele etmek gerekiyor. İçerideki pırlanta o durumda kendini gösteriyor. Tek bir noktadan baktığınızda buz dağının hep aynı yönünü görüyorsunuz. Oysaki arkası bahar bahçe. Hope gibii...
Eşiyle cocuk yetiştirme merkezinde tanışıp sonrasında basamakları teker teker tırmanıp çok ünlü boksör ve neredeyse milyoner olan Jake'in hayatına tanıklık ettiğimiz dramatik bir hikaye var karşımızda. Bir nevi her şeyini kaybetmiş çocuklu bir adamın geri dönüş hikayesi. Klişe diyemem, her olgu farklı bir hikaye. Paranın neye sahip olup neye olmadığını göstermekle birlikte bize anlık sinirlerin ve durdurulamamazlıkların hayatta nelere mal olabileceğine göz kırpıyor.
Başarı, dünyadaki herkesten güzel ve yakışıklı gelir bana aynı zamanda da zengin. Bu da başarının hikayesi diyorum. Deyim yerindeyse küllerinden yeniden doğmak için kocaman bir mucize, aile dediğimiz sonradan sahip olunan o muazzam kavrama olan bağlılık.
Eşiyle ilgili yaşadığı talihsiz olay kalbinize dokunmayacak, kalbiniz sökecek gibi drama severler için. *Spoiler içermez^^
Sonrasında ise kocaman bir boks salonunda bir taraf için bahis yatırmış ya da rakiplerden biri sizin kanınızdanmış gibi taraf olup heyacanlı bir serüvene gerçekten ortak oluyorsunuz. Günlük hayatınzda tuttuğunuz takımı bile böyle desteklememiş olabilirsiniz.
Güzel bir atmosfer, kötü bir bitiş ve iyi bir yeniden doğus filmi.
Yüreklerinizde ki başarısızlığı ve çaresizliği koparıp atacak, güvendiğiniz dağları gözden geçirtecek lezzette.
Umut, bazen iki dudağınızın arasında değil de avuçlarınızın arasında sadece. Öylece izleyiniz.
Tür: Romantik, Dram
IMDb: 6,6
Yönetmen: Abdullah Oğuz
Oyuncular: Neslihan Atagül, Ekin Koç, Hayati Akbas
Abdullah Oğuz'un çekimlerini Ayvalık'ta yaptığı filmin başı belli sonu belli hikayelerden olduğunu bile bile sonuna kadar büyük bir kapılmayla izledim. Ayvalık, hala çok güzel. Neslihan Atagül ise hepsinden güzeldi. Özgür, küçük yaşta anne ve babasını kaybeden dedesinin himayesi altında kanun kadar zengin bir biçimde hayatını devam ettiren ultra kibirli ve şımarıkken 18 yaşına girmesiyle her şeyin değişmesine ayak uydurmaya çalışır.
Dedesinin hain planı; Özgür köye yerleşecek. Eğitim hayatını bitirene kadar dedesinin hiçbir mal varlığından yararlanmayacak, aylık kısıtlı bir bütçeyle hayatını devam ettirecek. Burası da ne kadar klişe bir Türk hikayesi değil mi? Olsun.
Köy zor, yaşanabilir gibi değil. Ama Elif, hepsine değer. Özgür için. Özgür, Elif ile beraber kendi geçmişine, umutlarına doğru derin bir yolculuğa çıkıyor aslında. Farkına vara vara geçmişi kokluyor Elifle. Doğal olmayı, aşkı, sonsuz fedakarlığı..
"Kısa bir şiir; seni seviyorum."
Kısacık bir ömrünüz olduğunu bile bile içinize taşan aşkınızı nasıl yaşardınız?
Filmin ilk sahnesi kalbinizi tek bir sarılışta bıraktığınız anlara götürüyor sizi ilk olarak. Daha orada yakalanıyorsunuz, sırtınızı iyice yaslayıp kendinizi akışa bırakıyorsunuz.
Hayal perdesini kaldıramamış biri için sığ gelebilir film fakat bittiğinde sadece izlemiş olmuyorsunuz; dinliyorsunuz ve havadaki o anlamlı melodilere şahitlik ediyorsunuz. Bence bu film başlarda, "tam bir haksızlık" diye belirttiğimiz hikayelere benziyor. Ivan o kadar şanslı, yetenekli ve saf bir çocuk ki başına gelen bunca kötülüğü ve sonrasında bunlardan sıyrılışı gerçekten muazzam. Hayallere, olmazlara inanmak gerekiyor, yine yeniden. Olmazı olduruyor mu küçük Ivan -August- bilemiyorum çünkü şahit olduğum ya da yaşadığım bir hayattan parça değil.
Duyuyorum diyen Ivan'a inanmayışımız kıskançlık mı? Hayal kuramayanlar, hedefsizler bunlara sahip olanları kıskanıyor değil mi? Öyle, ben biliyorum.
Lyla'nin habersiz kederi ve içindeki ışık yaralıyor başlarda sizi. Bir memurla görüştüğü sahnede gözündeki yaşlar gibi sessiz sedasız da işlenebiliyor acı karşıya. Ölü bir bebekle avutulan Lyla hiç tanımadığı oğlunu gördüğünde bazı yorumlardaki gibi "yok artık" demiyorsunuz daha çok içten bir yutkunma oluyor aslında. Duygu geçişi bu ve oldukça kuvvetli. Ivan'ın kimsenin başına belki de hiç gelemeyecek şekilde zorlukların ve büyük muazzam mutlulukların, başarıların gelmesinin inanmakla ilgisi var. Robin Williams'ı bile gölgede bırakan mis gibi bir gülümseme var karşınızda. İnat ederek türlü kötü yola da denk düşse rotası, yine de vazgeçmeyen bir gülümseme. Keşke başımıza gelse dedirtiyor. Kalbinizin güm güm atmasına, o şahane müzikselliğe hayran kalacağınız bir 100 dakika. Film izlemek gibi değil başta belirttiğim gibi adeta bir konser. Hani bazı romantik filmler bitince koşup sevgilinizi ararsınız ya işte öyle bir his sonunda arda kalan.
Bazı şeyler düzelmiyorsa kabul et mottosunu kendime eklemeye çalışırken vazgeçtim. Bir yanımın aynı yerde düğümlenişi, o elimde kalan tek parçayı kenara itemeyişim hep bir umut. Vazgeçmeyi becerebilseniz de umut etmek kaybolmuyor içimizden ve o denizde kayboluyoruz. Perdeyi araladıysanız size de bana verdiği gücü verecektir.
Beni August'la tanıştırana bin şükran... Siz de duyuyorsunuz değil mi tüm olan biteni, şehrin sesini. Uzaklardaki umut verici sesi...
Sevdiğiniz sesler sizden hiç ayrılmaycakmış gibi izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.