Little Women; 80'li yılların savaş sonrası Amerika'sında 4 kız kardeşin hikayesini konu alan Louisa May Alcott tarafından yazılmış oldukça popüler bir roman. Aynı romandan uyarlama bu filmin bana aşırı derecede yakın gelmesinin en temel nedeni 4 kız kardeş olmamızla alakalı olabilir.
Meg, Jo, Beth ve Amy. Birbirinden farklı huy, beceri ve kişilikteki kardeşleri tek bir ortak noktada toplayabilen ciddi bir bağ var. Her ne olursa olsun birbirlerinden aldıkları destekle toparlanabildikleri, koşulların olgunlaştırmadığı her şeyi sihirli bir değnek kullanıyormuş gibi anında güzelleştiriyorlar. Ciddi bir bağ; birbirlerine besledikleri Sevgi.
"Hayat, kız kardeşine kızamayacağın kadar kısa."
Gerwing'i Frances Ha ile tanımıştım, seneler önce filmi izlediğimde de aynı tadı almıştım. Her şeye rağmen "dik durabilen kadın" alt metnini hiç kaybetmiyor. bu güzel kadını uzun yıllar takip edebilmeyi diliyorum.
Her şey birbiri etrafında dönebilir, sahneler kendini tekrar edebilir. Sizin iç dünyanızda bırakacağı hislerle bir başkasında bıraktığı duygular hep farklı olur. Doğru olduğunu hissettiğiniz her ne varsa geri planda bırakmadan gerçekleştirin, çünkü hayat kendinizi kıramayacağınız kadar da kısa.
Hayallerimin seninkinden farklı olması önemsiz oldukları anlamına gelmez.
Masalımsı tüm detayıyla izleyip beğendiğimiz, aynı isimli romandan uyarlama filmimiz.
+ Çok güzel görünüyorsun Molly. - Senin gözlerin kör, eski dostum..
Geçmiş zamanda toplum tarafından ötekileştirilen ve yine aynı toplum tarafından ayıplanan bir genç kadının kızı olarak dünyaya geliyor Tilly. Burada tüm ahlaksızlığı yapan ancak ördükleri iyi profil sebebiyle dikkat çekmeyen insanların Tilly ve bence dünyanın en eğlenceli annesi Molly'ye iyi gelememelerini ve hiçbir zaman da iyi gelemeyeceklerini izledik.
Dungatar kasabasında çocukluğundan ve gerçekliğinden uzaklaştırılmış Tilly'nin bir gün hasta annesini ve ona bu durumu yaşatan herkesle karşı karşıya gelmesiyle başlıyor ve "Bir masal nasıl bu kadar gerçekçi olabilir?" sorusunu akıllara getiriyor. Filmin ilk yarısında oldukça eğleniyorsunuz ve bence bu derece akıcı komedilerin de evlere kapandığımız bu umutsuz dönemlerde ilaç gibi geleceğinden şüphem yok.
İnsanın hayatına etkisi büyük tanıdık bir konunun bu kadar etkili aktarıldığı senaryoları izlemekten keyif duyuyoruz, Teddy'nin ambara atladığı sahnede aklınızı bir süre bırakacağınız ve ancak filmin sonuyla normale dönebileceğiniz bu hikayeyi hemen izleyin derim.
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Film festivali kapsamında döneminin en göz alıcı çalışması olduğunu itiraf etmem gereken bir girişle geldim, buradayım! Beni görsel şöleni kadar hiçbir şeyi etkilemedi sanırım. Bütün yazı boyunca yalnızca bundan bahsetmek istiyorum. Filmin varlığından kitabı için yapmış olduğum araştırma sonucu haberim oldu. Bu da ikinci itirafım.
Everdene, asla aradığını bulamadığı kırıklığıyla yoluna devam etmeye çalışan karmaşık karakterimiz. Aradığı şeyin ne olduğundan da yüksek ihtimal haberi yok. Kendini, tüm toplumsal dayatmalardan sıyrılmış güçte nitelendirirken bir anda kaybetmeye başladığı öz güveni, güzelliğinin ortasında buluyor. Zamanın tüm gerektirdiği şartlara ayak uyduran kadınlarından farklı, evliliği bir amaca ulaşmak için gereç görmüyor.
Tutku, saygı ve sevgi arasında savrulup giderken birbirine karışan hiçbir şeyden rahatsız olmuyor.
Çünkü
bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkında, nasılsa bir şekilde mutlu
olacak. Yaşamak istediği ve yaşadığı hayat arasındaki tutarsızlığı umursayacak
kadar ciddiye almıyor hiçbir şeyi. Belki de en güzeli, hiçbir şeyi
umursamamak.
Gerçekten sahip olduğunu sanmaktan sıkıldığı mutluluğa ulaşmak için her defasında kendinden ödün verdiğini izledik aslında bir süre. Ne kadar sizi siz yaptığına inandığınız katı kurallarınız varsa her biri koca bir yanılsamadan ibaretmiş gibi davranıyorsunuz. Sizi mutlu eden anların üzerine karanlık bir gölge olarak düşmesini istemiyorsunuz ya da sizden bir şeyler götürmesine müsaade etmediğiniz durumlarda onları devreye sokuyorsunuz. Bu oyuna aslında hiç gerek yok, gerçekliğin büyüsünde boğulmak varken.
Sonuçta
sizi koruduğunu düşündüğünüz tüm durumlar aslında sizi hiçte korumuyordur. Daha
fazla üzüleceğiniz için ertelenmiş her konuşmanın sonunda daha çok üzülürsünüz,
filmin sonunda Everdene'i korumak için hayatının hatasını yapan Mr. Boldwood
gibi.
Gerçek mutluluğa ulaşmanız dileği ile, Everdene'dan bahsedildiğini unutmadan izleyiniz.
Geçtiğimiz sene izlediğimiz muazzam eserlerden, Dallas Buyers Club'ın muazzam yaratıcısının imzası var filmde. Her afişini gördüğümde Into the Wild üzerine izlenebilecek bir yol filmi olmadığından başka bir şeyi düşünmüyordum, filmsiz kalınca izlemeye başlanılan ve sonrasında filme haksızlık ettiğimi düşündüğüm şahane bir akşam geçirdim.
Cheryl ve gözlerini kapatmadığında bile gözlerinin önünden gitmeyen anılarıyla dolu hayatı, aslında bir yol filmi de değil. Baştan sona bir kaçış hikayesi, kendini bulmayı çabalama.
Annelerimiz, hepimizin hayatlarının baş karakteri. İlk aşkı, kollarında asla sevgisiz hissetmeyeceğimiz bir sıcaklık. Yok olmalarının ardından ne denli sarsılacağımızı bile kestiremediğimiz ancak yok olduklarında görebildiğimiz, bu evrende başımıza gelen en güzel şeyler. Cheryl'nin annesini kaybetmesi üzerine asla annesinin tanıdığı bir kadın olmamaya başlamasını anlatıyor.
Kendisini çok seven bir eşinin olduğunu ancak bazı durumlarda kimsenin kimseyi olduğu durumda kabul etmeyeceğini hepimiz gibi Cheryl de biliyordur. Hayatın sizden aldıkları sonucu size kattıkları oldukça önemli. Daima sizden götürdüğü şeyler olduğunda koca bir üzünç durum kalıyor geriye. Annesini kaybeden, bu durum sonucu kocasını, hislerini, aşkı, kişiliğini, sorumluluklarını kaybeden Cheryl'nin kaçış hikayesine ve sonrasına bayıldım.
"Sinirlerin önüne geçerse sen de sinirlerinin üzerine çık."
"Aşığım sana.. Biliyorum ki aşk, yalnızca boşluğa yapılmış bir haykırış ve unutulmak kaçınılmazdır ve hepimiz lanetliyizdir ve bir gün tüm emeklerimiz yalnızca toza dönüşecek. Ve biliyorum ki Güneş yaşayacağımız tek Dünya'yı yutacak ve ben sana aşığım. Üzgünüm.."
Benim için bu cümlelerde saklı film, çağımızın belki de en lanet ve en üzerine gidelecek talihsizliği; kanser. İlla bir şeye kızılacaksa ona kızılmalı, illa bir şeyin ağzı burnu kırılacaksa onun kırılmalı. O kadar güçsüz ve bir o kadar hayal kırıcı aynı zamanda..
16 yaşındaki Hazel üç yıldır kanserle mücadele veriyor, akciğerlerine sıçrayan bu lanet hücreden dolayı oksijen tüpüyle geziyor. Her zaman. Destek grubuna katılmaya başladığı zamanlarda sonsuzluğuyla tanışıyor; Augustus Waters. Kendi gibi kanser ile mücadele etmiş Augustus ile paylaşmaya başladıkları onca güzel şeye ek bir de birbirlerine aşık oluyorlar. Ancak hiçbir şey sonsuz değil. Aynı isimli romandan uyarlama bu filme hiç sebepsiz bayılacaksınız. İçinizdeki mutlulukla kesişen her duyguyu yaşamalısınız.
" Sıfırla bir arasında sonsuz sayı vardır. 0.1 var, 0.2, 0.112 var ve sonsuza dek böyle gidiyor. Tabii sıfırla iki arasında daha çok sonsuz sayı vardır veya sıfırla bir milyon arasında. Bazı sonsuzluklar diğerlerinden daha büyüktür. Önceden sevdiğimiz bir yazar söylemişti bunu. Elime geçen sayılardan daha fazla yaşamak istiyorum. Tanrı biliyor ya Augustus Waters'ın da eline geçen sayılardan daha fazla yaşamasını istiyorum. Ama Gus, hayatımın aşkı bizim küçük sonsuzluğumuz için ne kadar teşekkür etsem az. Bana sayılı günler içinde sonsuzluk verdin. Seni çok seviyorum.."
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.