Bize Scarlet'in yüzünde kusurlar olabileceğini göstermek için yakın çekim çekip; Girls'teki Adam'ın iyi biri olabileceğine bizi inandırmak istemişsin ama yemeyiz. (çoktan yedi)
Şimdiki hikayede ise sizi hiç yormadan zaten biten bir ilişkiden başlıyor. Bazı filmler sadece romantik değildir; bitirdiğinize boşanmış gibi hissederseniz, mesela bu film. Noah Boumbach ilişkileri; dürüstlükten ayırmadan ve satır aralarını da işleyerek bizlere muhteşem bir hikaye sunuyor. Bu kadar ödül adaylığına şaşmamak gerekiyor. Bir hikayeyi size yaşarmışçasına izletiyor. Ortağı olmadığınız hislerin içine buluyorsunuz kendinizi.
Bazı şeyler yalnızca olur. Ne haddinden fazla hızlandırmak ne de slow motion ilerlemek imkansızdır. Charlie ve Nicole tüm klasik hikayelerin aksine bizlere kendi duygularını "sözde" geçirmeden, dağılan bir hayata, evliliklerine dahil ediyorlar. Ama emin olun geçiyor.
Birini çok sevdiğinde onun sevdiği gibi olmayı, ona mutlu olduğu hayatı yaşatmayı kendine gizlice ant içmiş gibi uyguluyor insanlar, değil mi? Öyle. Çok ufak bir olasılıkla mantık hatası yok mu sizce de? Var.
Kalbiniz kırıkken ve karşınızdakiyle paylaşacaklarınız henüz bitmeden biten ilişkiler yitip giden herkes veya her şeyden fazla can acıtır. Çok seven tarafın daha düşmanca yaklaşması az seven tarafın ise merhametli ve anlayışlı olmasının sebebi budur belki. Yarım kalmışlık...
Verilen tüm sözler, güzel gözler, aşk dolu sözcükler, ve diğer her şey bir çocuğun küçük kurbağalı çantasına sığabilir. Birileri ebeveynliğimizi, nasıl bir eş olduğumuzu yani insanlığımızı ve adanmışlığımızı sorguladığında parçalanmamız normal. Ama hayat işte. Bir yerde mutlu olmuyor ve mutlu edilmiyorsanız orayı terk edin. Bazen severken de gidilir. Hatta yapacak en iyi şey budur.
Bizi okurken bu harika liste eşlik edecek, tık tık
Sevdiğiniz kimseler için vazgeçilmez hayatınıza kadeh kaldırark seyrediniz.
Ted Danson'a ve yarattığı tüm mimarilere bayılıyorum ;) Göz kırpışlarım goes toooo "The Good Place"
Aaa bu film de neymiş diyerek 3.kez izlediğim filmi sanırım artık satırlara dökmek ve işaretlere inanmak için harika günler geçiriyorum. Şaşılacak bir romantik-fantastik hikaye. Böyle bir etiket var mı bilmiyorum.
Hayatınızı düzeltmek, ilişkinizi kurtarmak, evliliğinize yeni bir soluk getirmek istediğinizde kendinizi bir simülasyonun içinde gibi hissedebilirsiniz. Tabii ilk fark eden kazanır diye bir kural koymamışlar ne yazık ki! Yıllar öncesine bile dönseniz biri bir yerlerden çıkıp "hadi ama hissettiğin bu mu yani" diyerek uyandırabilir. Çünkü gerçek bu. Hayat devam ediyor ve siz zincirden koptunuz diye işleyiş bitmiyor. Harika bir yaratılmışlık var. Her şey değişmeye yeni bir boyut kazanmaya devam ediyor. Tıpkı ilişkiler gibi. Bu dünyadaki bütün ilişkiler bitebilir. Evrenin dönüş mekanizması öküzün üzerinde değil de bunun üzerinde olabilir.
Sonuç olarak beğendiğimiz/alıştığımız bedenlerin sadece içi değiştiğinde hoşumuza gitmeye başlayabilir. Çünkü "insanlar değişir; hisler değişir". Nerede kalıyorsanız kalın, kimi seçiyorsanız seçin kalbiniz nerede "huzur" denen anlamsız duyguyu buluyorsa oraya aitsinizdir. Yadırganmayacak kadar iyi bir tespit.
Belki de bir başka bedende bulacağınız muazzam aşklar için izleyiniz.
Hayatımıza netflix girdi gireli başka platformlardan film izlemeyi unuttum. Eskaza sinemaya yetişemezsem bir daha açıp da izleyemiyorum. Bu platformun hayatımıza yapmış oldu gizli baskıyı görüyorum ve şimdilik kabullendim.
***Şimdilik reklam değildir.***
Ricky Gervais'i aşırı başrolde gördüğümüz bir film izliyoruz 100 dakika boyunca. Yazanı, yöneteni ve başrolü olan Gervais'e bol alkış rica ediyorum. Kendi sistematik eleştirisini sunan ama aynı zamanda boş bir ön fikirle izlediğinizde ee noldu eninde sonunda kurala bağladın ve elde bir şey kalmadı teması akıllarda belirebilir. Hayat tamamen dürüstlükle idare edilebilir mi yoksa ufak tefek yalanlar mı hayatı bize yaşanabilir kılar sorunsalını düşünmenizi rica ediyor kendisi. Jennifer Garner'ın nahif ve duru güzelliğine de yakından bakıyoruz, bu çok iyi.
İnsanlık tarihi başlangıcından itibaren yalanın icadına zaman zaman aşk duyup zaman zaman da lanetler yağdırıyoruz. Çünkü insan olmak bunu gerektirir; bir şeyin varlığından asla kesin olarak mutlu olup nefret edemeyiz.
İnsanların size kesinlikle inanacağını ve sizi asla sorgulamayacağını bildiğinizde ne kadar ileri gidersiniz?
Derinlemesine düşündüğünüzde otokontrolü sağlayamacağınız bir " güç" gibidir bu. Yalanlarımızla insaları manipüle etmek şöyle bir yana dursun; doğruluğundan emin olmadığımız görüşlerimizi, tespitlerimizi ve bilgilerimizi de başkalarının üzerinde etki sağlayacağını düşünürsek harika olay.
IMDb'deki 6,4'ü bıraktığı yüzesellikle hak ediyor aslında ama izlemeden de geçemeyeceğiniz sakin ve komedisel film.
Bizler için sıfır sıkıntı yaratan yalanlardan bir demetçe izleyiniz.
Merly Streep... Senin yaşlanmış olman, kırışıklıkların ve beni fazla abartıyorsunuz demen... bunların hiçbiri adil değil.
Ve Gary Olman, öldün mü? Everyyyoneeee bağırtın hala kulaklarımdayken beyaz saçlarına bakamıyorum, seni özleyeceğiz.
Burada çoğumuzun belki bilmediği belki duyduğu ama ilgilenmediği meşhur "panama papers" izliyoruz. Netflix için güzel bir proje, filmin sonu ise... neyse söylemeyeyim :)
Filmi izlerken birçok ekonomi/borsa terimlerini öğrenebilirsiniz hem de hiç sıkılmaksızın. Offshore hesaplar, para aklama, kabuk şirketler bla bla bla...
Filme adapte olmanız belki bir tık zaman alabilir ama yüzeysel bilgileri içeren bir ders kitabı gibi.
Bunca adaletsizliğin içinde hayatlarımız hiç bilmediğimiz hayatlarla ne kadar benzer. Kaybınız ne kadar kişisel olursa olsun başkaları için yaşamak suç olmalı diye düşünüyorum. Akabinde önünüzdeki bir kapı kapanırken açılan kapının saraya açıldığını göremiyorsunuz. Saray da bir nevi güzelleme dolayısıyla. Yoksa tabii ki mermerler umurumuzda değil; sadece dışarı baktığımızda Joe'yu görmek istiyoruz.
İçinizi kemiren şey sizi günlerce hatta belki de aylarca yedirmez, içirmez, güldürmez kimi zaman. Bütün dünya size karşı gelmiş de kollarınızda mecal kalmamış gibi hissedersiniz.
Yumuşak huylu olanlar ne zaman yer yüzünün güzelliklerini görecekler?
En başta söylediğimiz gibi bu kadar adaletsiz bir yaşam formunda kimsenin kazandığı yok.
"Mahremiyet çiş yaparken banyo kapısını kilitlemektir. Gizlilik ise kapı kilitleme sebebinizin insanların normalde banyoda yapmadığı bir şey yapmanız olmasıdır."
Sonunda iyiler mutlaka kazanır mottosuna çok da bel bağlamadan izleyiniz.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Her izlediğimde Summer'ı anlar, Tom'un, ona aşkın insana yüklediği bencillikle davrandığını düşünürdüm (sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değil ya). Zaman geçti -people change, feelings change- yasası devreye girdi. Dedem hep insan yaşlandı mı kalbi yumuşar, daha kırılgan olur derdi; belki de öyle oldu. Hayattaki karar verme noktalarımızın o anki yaşadıklarımızla, hislerimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık izlerdim ama en son Summer'a Eyşan bile dedim, içimden.
"İlişkiler genelde çok karmaşık, insanlar hep inciniyorlar" der Summer, ki hala çok haklı buluyorum. Buradaki mutsuzlukların, üzüntülerin sebebi Tom'un gözü kapalı aşkı. Herkes gibi. İlişkilere tek taraflı baktığınızda mutsuzlukları görmezden gelip buna rağmen bağlanmayı seçerseniz devamında da tabii ki bunalımı ve ayrılıkla baş etmeyi öğrenmeniz gerekecektir.
İnsanlar sizi ve sizin sevdiğiniz yerleri hak etmemelerine rağmen onlara içinizi açar ve o yerlere götürürsünüz. Hayat işte. Sevdiğiniz müzikleri paylaşır, filmleri tekrar izlemek istersiniz. Hayalleriniz paylaşır geleceğe dair belli belirsiz onu da içine katarsınız. Belki evinize alacağınız küçük bir eşyayı bile onunla almaya gider, sizi terk ettiğinde de beraber tamir ettiğiniz musluğa bile kinle bakarsınız.
Cefasını çektiğiniz o hayatın sefasını başkası sürmeye başladığında dumur oluyorsunuz asl olarak. Hayat o noktada bitiyor gibi gelse de aslında başlıyor demeliyiz, düştüğün yerden kalkmak bu bir nevi. Canım Tom, keşke sana sarılabilsek.
Yine bana The Smiths'i ve There's A Light That Never Goes Out'u onbinyüzmilyon kere dinlemek düşüren bu hikayenin <Expectation/reality> kısmına, samimiyetle belirtmeliyim ki kalbinizi bırakacaksınız.
Hayat. Böyle bir şey işte. Tom "Bana hissettirdiklerine aşığım. Sanki her şey mümkünmüş gibi ya da ne bileyim… Hayat aslında yaşamaya değermiş gibi." diyordu.
Ya da
"Her damla gözyaşıma ziyadesiyle değdin" demişti biri. Önemli olan bunları diyebilmek bence.
Summer efect yaşatmayacak bir aşkla, tesadüf pamuklarının arasında gerçek aşkınızı, ruhunuzun eşinizi bulacağınız düşüncesini her zaman umut ederek izleyiniz.
Bu konuyla ilgili bir film izlemek istiyorsanız Gone Girl izlemelisiniz; izlediyseniz de kalbiniz kırık ayrılacaksınız filmden. Çünkü bu "e ben zaten bunun daha iyisini görmüştüm" filmi. Daha hafif, havada ve çerezlik 1.0. version. Yine de Blake Lively hatırına sanırım her şeyi izleyebilirim, olduğu her şeyi güzelleştiren bir kadın benim için. Film için kendi profilinde bile aylarca o tarzda kıyafetleriyle poz verdi, türlü davetlere katıldı ki kendisine ne giyse yakıştırıyor orası ayrı, çabası alkışlanabilir^^
Filmde her şey var ve bu çok iyi bir şey değil. Dışarıdan yemek sipariş edenler de bilirler ki bir restoranda her şey varsa oradan çok da ümitli olmamak lazım. Her şeyi göze alarak zamanınızı geçirmek gözünüze güzellikler sunmak kafayı da yormayacağınız bir 117 dakika arıyorsanız hemen açabilirsiniz.
Savaşın ve barışın ikiz kardeş olduğu, gizemin aklımızın pek yetmeyeceği, gözümüze yaşanması pek mümkün gelmeyen halinin tavan yaptığı film. Tüm kötü geçmişini sileceksin ama bir daha asla fotoğraf çekilmeyeceksin deseler biz istemezdik herhalde. Ne demek o suitlerle instagrama #todayoutfit hashtagiyle fotoğraf paylaşmayacağız? Hele ki Emily Nelson (Blake Lively) iseniz çok zor. Karşısında ise filmin saint'i Anna Kendrick var ki kendisini şu filmden biliyoruz.
Sonuç olarak filmde plot twist yapılmak istendiyse olmamış daha çok ne alaka twist olmuş ama hiçbir şey göründüğü kadar mükemmel değildir 'in filmi diyebilirim. Dışarıdan gördüğünüz harika karakterler, arkadaşlıklar, ilişkiler, sevgiler hangi yalanların içinde büyüyüp gidiyor bilemiyorsunuz. Bu hayatta her şeyin bir bedeli var. Kimini hemen ödüyorsunuz kimi intikam gibi uzuuun süreler sonra... Dışarıdan 'azize' kimlikli görünüyor bile olsalar insanların içerisinde ne tür hinlikler barındırdığını da bilemiyorsunuz. En büyük varlığınız ailenizse ve siz onu 'küçük bir rica' ile yakınlarınıza bırakıyorsanız yaşanılacak tüm kırıklıklara da davetiye çıkarabiliyorsunuz. Son olarak sigorta bedeli sen nelere kadirsin diyor ve sizi filmle baş başa bırakıyorum.
İlgi alanıma mı giriyor yoksa sadece şimdiki uyaran-uyarılan ilişkisinde miyiz bilmiyorum ama uçuşlar, miller, business class, boeing 770 vs... filmlerde çekici bulduğum kulağıma yüksek sesle gelen detaylardan. George Clooney zaten filmdeki en güzel detay. "Herkesin hayatına kimse karışamaz" elbette ama bu ilişkilere kızgın demirle göz dağlamak; evliliğe uçurumdan atlamak gibi davranan ıssız adam klişeleri artık midemizi bulandırmasına rağmen George Clooney hatırına çekiliyor. Çünkü güzel bir yalnız kalma şekli... Hikaye Amerikanın dönemsel yaşadığı ekonomik buhranında şirketlerin sık sık işten çıkartmalarla boğuştuğu günleri gösteriyor. Rayn da bu işten çıkarmaları bizzat çalışanlara giderek gerçekleştiren bir şirkette çalışıyor ve şirkette hatırı sayılır bir mevkide, işini zevke dönüştüren biri. İnsan psikolojisinden, beden dilinden sıkça bahsediliyor ve filmi bitirdiğinizde bu konuyla ilgili az da olsa fikir sahibi olabiliyorsunuz.
Birini bile isteye incitmek zor iş olsa gerek. Ateşe itmek gibi, çekip vurmak gibi... Tam bir dolu kadehi ters tut. Bunu profesyonelleştirmek ve tüm olasılıkları göz ardı edip sadece uçuşan pembe kelebeklerden bahsetmek de bu işin kurşun geçirmezliği. Örneğin, artık para kazanamayacaksınız demek yerine çocuklarınız sizi daha sık görecek hayatlarında daha fazla yer edeceksiniz diyorsunuz. Trajikomik.
Rayn bu şirkette çalıştıkça uçaklara ilgi duymaya başlıyor, bol bol mil toplayıp koleksiyoner kıvamına geliyor; oteller hakkında hatırı sayılır bilgiye sahip oluyor. Durmadan uçuyor, bavul hazırlama ustası; hayatıyla ve bu konuyla ilgili konferanslar bile veriyor. Derken hayat ve aşk konusunda kendi gibi düşünen biriyle karşılaşıyor; yollarda buluşuyor, programlarını birbirlerine göre hazırlayıp vakit geçiriyorlar. Ama biliyoruz ki hayat adil değil büyük bir dalgacı hatta düzenbaz. Bazı insanlar gibi.
Şirket Rayn'ın önderliğinde kötü haberi insanların ayağına giderek hallederken Natalie'nin önerisiyle bir yazılım geliştirip online yapmaya karar veriyorlar ve olaylar başlıyor. Çünkü her bitiş bir başlangıçtır.
"Hayallerinden vazgeçmek için aldığın ilk maaş ne kadardı?
Çıktığınız tüm seyahatler sizi sevdiklerinize götürecekmiş gibi izleyiniz.
Lars! Canım Ryan Gosling... Biz buralarda kendisine full iltimas geçiyor kalbimizin el verdiğince de desteklerimizi esirgemiyoruz çünkü neden esirgeyelim? ^^
Lars, babasının ölümünden sonra iyice içine kapanan, sosyalleşmeyen ve özellikle de insanlarla temas kurmaktan rahatsız olan kahramanımız. Kardeşi Gus ve onun eşi Karin'in evlerinin garajında yaşamına devam etmeye çalışıyor. Bu süreçte onu insanların arasına karıştırmaya çalışan sürekli ilgilenen sosyalleşmesi için çabalayan Karin'in hakkını ödeyemese de sanırım bir adım atmaya çalışıyor ve arkadaşlarının bahsettiği bir kız arkadaş "ediniyor", Bianca. Başta her şey normal ilerlese de Karin'in Lars'ı ve kız arkadaşını yemeğe davet etmesiyle sevinçlerinin üzerine koca bir bulut çöküyor yani Bianca'nın internetten siparişle gelen, "edinilen" plastik bir sevgili olduğunu öğrenince...
Bu kırılma noktası üzerine aile doktorlarıyla görüşüyorlar ve Bianca'ya Lars'ın yaptığı gibi gerçek muamelesi yapmaları önerisini alıyorlar. Ve durum sadece çekirdek ailemizle sınırlı kalmıyor tüm kasabaya ulaşıyor. En çok tat veren, filmin tüm durağanlığa rağmen sessiz sedasız kocaman bir naiflikle ilerlemesini sağlayan; insana sevildiğini hissettiren de sanırım herkesin bir kişi için böyle anlamsız bir şeyi güzelleştirmesi ve normalleştirmesi. Durumu ne kadar allayıp pullasanız da normalleştirseniz de sanırım insan beyni bir yerde yanlışı görüyor. Çünkü Lars tüm bunlara rağmen bir yerlerde eksiklik hissediyor /görüyor olmalı ki durumu Karin'e şikayet ediyor, söyleniyor. Karin ise dünyanın en haklı isyanını ediyor o anda. "Değer vermediğimiz doğru değil. Bu kasabadaki herkes Bianca kendini evinde hissedebilsin diye uğraşıyor. Neden bu kadar çok gidecek yeri, yapacak bu kadar şeyi var sanıyorsun? Senin yüzünden, senin için. Çünkü bütün bu insanlar seni seviyorlar. Tekerlekli sandalyesini itiyoruz, işe alıp götürüyoruz. Eve getiriyoruz, yıkıyoruz, giydiriyoruz, yatağa yatırıyoruz, taşıyoruz. Bunların hiçbiri bizim için kolay değil! Ama yapıyoruz... Senin için... Bunca şeyden sonra nasıl olur da kalkıp değer vermediğimizi söylemeye cesaret edersin!" O kadar haklı ki.
Ne kadar yanlış olursanız olun, ne kadar aklınız yetmese de bazı şeylere bu dünyanın en güzel armağanı size "rağmen" sevgi besleyenlerin hayatınızda olması bence. Sizin için, sizi düşünen, hayatınızı kolaylaştıran belki de önünüze atılan taşları ayağınıza değmesin diye usulca kenara çeken insanların varlığı, dünyada başımıza gelen en güzel ödül; bu dünyayı yaşamaya değer kılan tatlı bir hediye... Bir yerlerde sizi tüm kötülüklerden sakınacak insanların varlığına inanarak izleyiniz.
Yine ve yeniden Woody Allen filmi bulup çıkardığım için çok mutluyum. Hakkında ne yazılırsa yazılsın sanırım daha da seveceğim. Çünkü onda aramadığım sonları ve asıl merak ettiğim süreçleri buluyorum. Yarattığı çarpık ilişkileri, kendi doğrularını ve karakterlerin birbiriyle nasıl buluştuğunu anlatmasını seviyorum. Filmimiz de tipik bir Woody Allen klişesi, şehir güzellemesinden ziyade hikaye şans temalı.
İnsan yapmam dediği ne varsa bilin bakalım ne yapıyor?
Bingo! Yapıyor, hem de çok geçmeden.
Çarpık yaşam, yaşlı erkeğin daha çok sevdiği, genç kadınların daha çok yanlışlar yaptığı ilişkiler. Tecrübenin sabitlemediği ilişkilerin bir tüy gibi savrulup yok olacağı; sonuçta herkesin bildiği sonuçların doğuracağı; o farklı dediklerimizin, mucize dediklerimizin zamanla yıkılacağı ve standarda döneceği işleniyor hikaye boyunca. Annelerimiz de hep öyle demez mi?
Aniden gelişen heterojen ve homojen ilişkiler... Durun ne oluyor demeden kabulleniş, sonra tüm çarpık ilişkilerin düzene sokulmaya çalışması tüm küslerin barışması, benim dünyam bu mesajı ve kapanış.
Borris'in bizi sarsa sarsa kabul etmeyeceğimiz gerçekleri yüzümüze vurduğu tiratlar haricinde en anlamlı sözü "hayat ne kadar acımasız olursa olsun onun bir parçası olmayı özledim" demesiydi. Düşününce, öyle.
Evren tatlı tesadüflerin manasız şansların yumağı.
Tüm kötü anlarınız büyük şanslarla en güzel günlere dönüşecekmiş gibi izleyiniz.
Bunca işin gücün arasında beni bırakıp gitmez, beni ben olduğum için seviyor dediğiniz kaç kişi arkanızı daha dönmeden sizi hayal kırıklığına uğrattı bilmiyorum. Ya da kim böyle kırılgan bir konudan giriş yapar benden başka, onu da bilemiyorum. İlk cümleyi okurken Nilüfer'den Esmer Günler'in girişiyle başladıysanız benim gibi tamamdır!
Gelin sarılalım. Ekim ayının başlamasıyla yani müthiş sonbaharın ülkemizin tüm odalarına sirayet etmesiyle birlikte; geleneksel romantik filmleri izlemememiz için hiçbir bahane kalmadığı kanısındayım. Alışılagelmiş, sadece filmlerde olan "tatlı küçük tesadüfler" ve pek tabii hoşlantılarla beslenerek ilerleyen bu ve bu tarz filmler için en uygun mevsim!
Evlilikler, hastalıklar, ölümler hayatımızın büyük kırılma noktalarıdır. Hikayemiz bu kırılma noktalarında meydana gelen yaralanmalar, bozulmalar ve sorunların; görmezden gelinerek çözmeye(!) çalışmanın ne büyüklükte buhranlara yol açtığıyla ilgili biraz.
Kendime artık bunu yapmayacağım evresi 17 yaşında da aynı 77 yaşında da aynı. Artık kendime bunu yapmayacağım dediğiniz an kanatlarınız çıkıyor hatta başınızın üzerinde hale bile beliriyor inanır mısınız? Kendi sınavınızı verirken karşınızdaki insanın sizi daha çok zorlamasına göğüs germeyi güçlülük sanıyoruz ya da yolun yarısına kadar geldiğimizde geri kalanı da aynı şekilde tamamlamak boynumuzun borcu gibi davranıyoruz.
Yapmayalım olur mu? Gerekirse iyi çocuk olmayalım ve el alem bir şeyleri desin dursun ama kendimize bu kötülüğü yapmayalım.
Bir kere geldiğimiz bu dünyadan musmutlu ayrılacakmış gibi izleyiniz.
Adore ya da Two Mothers olarak biliniyor adı, birkaç kez de değişiklik olmuş. Mesela Türkçesi Yasak Aşk^^ Bazı tabirler korkunç.
Film 2003'te Doris Lessing'in yazdığı The Grandmothers adlı kısa öyküden uyarlanmış. 2007 Sundance Film Festivali'nde de aile değerlerine ters düştüğü için epey yankı uyandırmış bir hikaye.
Misillemeden aşk doğar mı? Ya da misilleme üzerine yaşanan şeylerden büyük ve duvarları yıkacağı bilinen bir hayat yaratılabilir mi? Yanlışlar kime göre ve neye göre yanlıştır? Ve en önemlisi bütün bu sorulara cevap arayacak ne yaşamış olabilir insanlar?
Kendimize kurduğumuz planlar, hayaller, ilkeler hep aynı çizgide sonsuza kadar gitmeyebiliyor bazen. Dünyanın en normalize hayatını kendinize çizgi belirlemişken çok bombastik(!) bir hayat yaşayabiliyorsunuz.
Hayat sürprizlerle dolu ve bazı aşklar "yalansan yalanı severim"den daha küçük değil.
The Lake House'dan sonra hayatımı burada geçirebilirim dediğim bir kocaman film daha... Bazı mekanların ve mevsimlerin ömrü uzattığına; insanı ne yaşarsa yaşasın huzurdan koparmayacağına tüm kalbimle inanıyorum.
Çocukluklarından beri yan yana evlerde yaşamış iki çok yakın kız arkadaşın hayatına misafir oluyoruz. Hayatları birbiriyle paralel giden arkadaşların birinin hayatındaki bir değişiklikle tüm devran dönüyor. Yanlışlar içinde yuvarlandığınızda en yakınınıza bakıp omzunuzda elini aramaz mısınız sizde? Yanlışsan da yap der gibi, arkandayım gibi... Çünkü elimizde örneği olmayan şeyleri yaparken doğru mu yanlış mı diye net bir karar verip çekip kapatamayız konuyu. Sonuna kadar yaşamalı, olacaksa da biz örnek olmalıyız gibi.
“Lil, onlara bak. Bunu biz mi yaptık. Çok güzeller. Genç tanrılar gibi.”
Filmin sonuna kadar hikayenin içinde olmayı diliyor insan. Bazı duygular oldukça havada, izleyen için bile emin olmayı sağlamıyor. Sadece yüzlerine bakıp 100 dakika boyunca olayın akışını idrak etmeye çalışıyorsunuz. Daha önce bir örneğiyle karşılaşmadığımız şeylere tanık olurken aynen böyle oluyor; sadece idrak etmeye çalışıyorsunuz ^^
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.