Filmin ilk sahnesi kalbinizi tek bir sarılışta bıraktığınız anlara götürüyor sizi ilk olarak. Daha orada yakalanıyorsunuz, sırtınızı iyice yaslayıp kendinizi akışa bırakıyorsunuz.
Hayal perdesini kaldıramamış biri için sığ gelebilir film fakat bittiğinde sadece izlemiş olmuyorsunuz; dinliyorsunuz ve havadaki o anlamlı melodilere şahitlik ediyorsunuz. Bence bu film başlarda, "tam bir haksızlık" diye belirttiğimiz hikayelere benziyor. Ivan o kadar şanslı, yetenekli ve saf bir çocuk ki başına gelen bunca kötülüğü ve sonrasında bunlardan sıyrılışı gerçekten muazzam. Hayallere, olmazlara inanmak gerekiyor, yine yeniden. Olmazı olduruyor mu küçük Ivan -August- bilemiyorum çünkü şahit olduğum ya da yaşadığım bir hayattan parça değil.
Duyuyorum diyen Ivan'a inanmayışımız kıskançlık mı? Hayal kuramayanlar, hedefsizler bunlara sahip olanları kıskanıyor değil mi? Öyle, ben biliyorum.
Lyla'nin habersiz kederi ve içindeki ışık yaralıyor başlarda sizi. Bir memurla görüştüğü sahnede gözündeki yaşlar gibi sessiz sedasız da işlenebiliyor acı karşıya. Ölü bir bebekle avutulan Lyla hiç tanımadığı oğlunu gördüğünde bazı yorumlardaki gibi "yok artık" demiyorsunuz daha çok içten bir yutkunma oluyor aslında. Duygu geçişi bu ve oldukça kuvvetli. Ivan'ın kimsenin başına belki de hiç gelemeyecek şekilde zorlukların ve büyük muazzam mutlulukların, başarıların gelmesinin inanmakla ilgisi var. Robin Williams'ı bile gölgede bırakan mis gibi bir gülümseme var karşınızda. İnat ederek türlü kötü yola da denk düşse rotası, yine de vazgeçmeyen bir gülümseme. Keşke başımıza gelse dedirtiyor. Kalbinizin güm güm atmasına, o şahane müzikselliğe hayran kalacağınız bir 100 dakika. Film izlemek gibi değil başta belirttiğim gibi adeta bir konser. Hani bazı romantik filmler bitince koşup sevgilinizi ararsınız ya işte öyle bir his sonunda arda kalan.
Bazı şeyler düzelmiyorsa kabul et mottosunu kendime eklemeye çalışırken vazgeçtim. Bir yanımın aynı yerde düğümlenişi, o elimde kalan tek parçayı kenara itemeyişim hep bir umut. Vazgeçmeyi becerebilseniz de umut etmek kaybolmuyor içimizden ve o denizde kayboluyoruz. Perdeyi araladıysanız size de bana verdiği gücü verecektir.
Beni August'la tanıştırana bin şükran... Siz de duyuyorsunuz değil mi tüm olan biteni, şehrin sesini. Uzaklardaki umut verici sesi...
Sevdiğiniz sesler sizden hiç ayrılmaycakmış gibi izleyiniz.
Karşılaşmayı istemediğiniz şeyler sonucu saklandığınız kuytudan nasıl çıkacağınızın hiçbir garantisi yok filmi. Nick ve Brooke. Brooke, tren istasyonunda kaçırdığı trenin arkasından kovalarken dikkatini çekiyor Nick'in. Uzun uğraşlar sonucu bir sonraki tren için sabahı beklemesi gerektiğini öğrenen Brooke için asıl hikaye burada başlıyor.
Film ya tüm olumsuzluklar beraberi arkasına, gerçek hayatta olmuyormuş gibi konuştum. Nick yetişiyor yardımına, Chris Evans! Kaptan Amerika, büyülü bir atmosfere eminim o dakikalar imzasını atmıştır. Zira karakterde yansıtması gereken ne varsa hepsini aktardı.
Brooke'u sabaha kadar New York'tan gönderebilme çabası içerisine girmesi ise çok eğlenceli ve güzeldi. Aslında bu kadar kargaşanın içinde duraklamanızı sağlayan pek çok mesajı var. Herkese bir kelime bahşediyor film. Bana ise bir çok. Sevgi, Brooke'un kocası için sürekli -ama seviyorum- deyişleri geliyor aklıma. Ne olursa olsun, seviyorum. Umut, aşk, aldatılmak, hayal kırıklığı, aldanmak. İnsanın suratına tokat gibi çarpan duygular.
"Kendini birine adadığında başka birinde mükemmellik aramıyorsun."
Bir çok filme benzemesi önemli değil bence, bir açıp izleyin bakalım size benziyor mu? Brooke ile Nick'in sadece bir gecede akıl almaz bir bağ ile birbirlerine bağlanmalarını asla unutmayacağınız Nick gülümsemesiyle izleyiniz.
Çocukluğumda okuduğum Şeker Portakalı'nı annem okurken çok üzüldü, gözünden yaş geldi diye hınçla okumaya başlamıştım. Annemi üzmeyi başarabilen bu eskice kitap neyin nesi diye... Ben de ilk başta kayıtsız okuduğum bu kitabı sonraları sadece kimsenin olmadığı zamanlarda veya geceleri okumaya başlamıştım; o iç çekmelerim duyulmasın diye. Yani aile boyu Zezé için ağladık biz. Öyle samimi, öyle bizden...
Bir kitabın ya bir filmin güzelliğini vücutlarımızdaki somut tepkilerle ölçmedim hiç. Ağladım ya da güldüm diye güzel olmadı hiçbir şey gözümde. Yani ağladık diye paylaşmıyorum ^ ^
Öyle ki küçük Zezé'yi kitabı okumuş olanlar zihinlerinde nasıl tasvir ettiler bilmiyorum ama filmdekini hiç yadırgamayacaklarının sözünü verebilirim. Öyle güzel bir ağzı, bükülü dudakları, yer çekimine karşı koyamayan inik kaşları ve üzüntüye hiç gelemeyip hemen yaşaran güzel gözleri öyle bedene bürünmüş ki evinizden biri gibi... Üzülmesine dayanamayıp ekrandan çıkarıp kollarınızın arasına alasınız geliyor Zezé'yi. Çünkü ufacık bir sevgi dokunuşuyla "içindeki şeytan"dan bir anda kurtulup arşa değecek kadar güzelleştiriyor dünyasını...
Bir de annesi... Kitabın, filmin, hikayenin tüm özeti Zezé'nin annesinin gözlerinde saklı sanki.
Söyleyecek çok şey var. Kardeşine içindeki kuşu verişine, büyük şehre gidebilmek için para kazanmaya çalışmasına ve dayak yerken bile babasını dinleyip o şarkıyı bağıra bağıra söylemesine dikkat veriniz. Hala kulaklarımda: "İhtiyar karımla yaşıyorum İkimizde meteliksiziz Sahip olduğumuz her şeyi sattık Ve yine acıktık Yağlı bir göbeği ve tembel bir kıçı var Şimdi ise ona kendini sat dedim" Zezé'nin ayağını yere vuruşuyla ve sevimli sesiyle dinleyiniz.
Bir ilişkide ne istediğimi, neden bekâr olduğumu açıklayabilirim. Ha, ha!
Zor bir durum.
Biriyle birlikte olduğunda sen onu seversin ve o bunun farkındadır, O seni sever ve sen de bunun farkında olursun.
Ama bu bir parti.
diğer insanlarla konuşursun, gülersin, ışık saçarsın. odayı araştırır, diğerlerinin gözlerini yakalarsın. ama bu sahiplenici olman
ya da kusursuz bir cinsellik yaşaman için değil.
senin bu hayattaki kişiliğinle alakalı bir durumdur. bu durum hem komik hem de üzücü ama,
bu hayat sona eriyor, ve tam da orada fark edilmeden.
önünde duran gizemli bir dünya oluşuyor... ama kimse bunu fark etmiyor.
Yani dedikleri gibi, etrafımızda başka bir boyut var. ama bizde onları algılama yeteneği yok.
Yani bir ilişkiye girmeme sebebim işte bu.
Ya da hayata,
sanırım aşka."
Bir dans topluluğunda çıraklık yapan Frances'in pekte iç açıcı bir kariyeri yoktur. Sahip olmak isteyeceği her şeye sahipmiş hissine kapılmasının tek sebebi sanırım Sophie. Sophie ile aynı evi paylaşan Frances, onu anlayan tek insanın Sophie olduğunu düşünüyor. Onu bırakma düşüncesi sevgilisini bırakmaktan daha zor. Sophie'nin seçimleriyle kendi başına kaldığını yavaş yavaş anlayan Frances'in istikrarlı bir şekilde çırak olarak çalıştığı dans topluluğunda daimi çalışan olma serüveni var ekranda.
Acıklı hiçbir şey yok, bir insanın gerçek hayatla 27 yıldır tanışmamış olması çok acı. Sophie'nin şehir dışına yerleşmesi sonucu bir takım hayal kırıklıkları başlıyor hayatında. Gerçek hayat, çevre ve bir takım maddi sıkıntıların içerisinden sıyrılmaya çalışan Sophie'nin hikayesini mutlu perşembe filmi yapabilirsiniz.
"Sonunda kirasını ödeyebileceğiniz bir eviniz olur
ama işte karşılığında posta kutusundaki isminiz gibi siz de eksik kalırsınız."
"Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Bu kadar samimi tanımlara bayılıyorum, birbirini saplantılı bir şekilde seven Bonnie ve Clyde'a ayrıca bayıldım. Eski filmlerin en değişik hissettiren özelliği de oyuncuların şu anki hallerine bakabiliyor olmak, Warren hala çok yakışıklı. Faye Dunaway ise hala güzeller güzeli.
Döneminin en cesur filmi diye bahsediliyor Bonnie and Clyde'dan. Gerçekten de öyle, hissettirmek istenilen ne kadar duygu varsa on katını hissettim. Amerika'nın ünlü hırsızları karşılaştıkları ilk andan itibaren suç işlemeye başlarlar. Karşılaştıkları ilk an anlarlar, hayatlarının en yaşanılası dönemlerini beraber yaşayacaklarını ve sonsuzluğa beraber yuvarlanacaklarını. İşledikleri suç zincirleri arasında siz de varmışsınız hissine kapılıyorsunuz.
Clyde'ın Bonnie ile sevişmeyip yataktan doğrulduğu sahnede, düşünceli düşünceli bir köşeye sığınmasına içerlemekten beyin hücrelerim vefat etti. Nasıl olurdu da aşk kurtaramazdı insanlığı hep hayret ediyorum, Bonnie ve Clyde'ın hikayesini en az benim kadar seveceksiniz. Kaçış hikayelerini hep sevmişizdir zaten ama bu kaçışa ekledikleri aşklarına elbette tahammülsüzce bayıldım. Bayılacaksınız eminim.
Hırsızlık, gelişi güzel gelişen suçların daha çok kaçma durumunu ortaya doğurması sonucu hızlıca sona yaklaştığınızda aklınızda hep o cümle kalacak; "Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Sık sık olur ama etkisi uzun sürenler her zaman ayrıdır, yine bir filmi herhangi bir organımla sarmalayıp rafa kaldırmış gibi hissediyorum. Asla ortası yok ya çok seveceksiniz ya da hiç sevmeyeceksiniz. Ama bence çok seveceksiniz, bana güvenin. Dell'in "You Broke Me!" diye bağırdığı sahnede bıraktıklarınızla. "Karşındakinin canını yakacağını bilerek bazı tercihlerde bulunabiliyorsan bu, aşk değildir."
Filmde fazlaca hınzırlıklar dönüyor, farkına vararak izlemek gerek. Baştan sona akıp giden bir hikaye değil, bir oradasınız bir burada. Rüyalar gerçeklerdir aslında, çoğu zaman yaşamak istediklerinizi görürsünüz, yaşadıklarınızı belki de yaşayacaklarınızı. Uzun zaman sonra değil yaşadığınız anların bir dakika sonrasında yaşadıklarınızın sizin için bir hatıradan başka bir şey olamadığını bilmeniz gerekiyor.
Paralel evrende hareket eden Comet'in bir tarafta işleri karıştırırken diğer tarafta Kimberly ve Dell çiftine dillere destan bir aşk yaşatıyor. Filme dair sizlere söyleyebileceğim en net ifade, izlemeniz gerektiği.
Değişeceği sözünü veren ve hiçbir evrende değişemeyen Dell gibi. Bir kızın 20'li yaşlarını çalmanın kötü olduğunu iddaa eden Kimberly gibi. Sürekli yastığın soğuk tarafını çevirip uyuyan Kimberly'nin ilişkilerini bu durum gibi hangi durumda deneseler de bir yön değiştirdiklerini söylemeleri gibi. Olmuyor gibi, keşke olsa der gibi. Keşke böyle olmasaydı der gibi. Belki de hepsi rüyadır gibi.
Geçtiğimiz sene izlediğimiz muazzam eserlerden, Dallas Buyers Club'ın muazzam yaratıcısının imzası var filmde. Her afişini gördüğümde Into the Wild üzerine izlenebilecek bir yol filmi olmadığından başka bir şeyi düşünmüyordum, filmsiz kalınca izlemeye başlanılan ve sonrasında filme haksızlık ettiğimi düşündüğüm şahane bir akşam geçirdim.
Cheryl ve gözlerini kapatmadığında bile gözlerinin önünden gitmeyen anılarıyla dolu hayatı, aslında bir yol filmi de değil. Baştan sona bir kaçış hikayesi, kendini bulmayı çabalama.
Annelerimiz, hepimizin hayatlarının baş karakteri. İlk aşkı, kollarında asla sevgisiz hissetmeyeceğimiz bir sıcaklık. Yok olmalarının ardından ne denli sarsılacağımızı bile kestiremediğimiz ancak yok olduklarında görebildiğimiz, bu evrende başımıza gelen en güzel şeyler. Cheryl'nin annesini kaybetmesi üzerine asla annesinin tanıdığı bir kadın olmamaya başlamasını anlatıyor.
Kendisini çok seven bir eşinin olduğunu ancak bazı durumlarda kimsenin kimseyi olduğu durumda kabul etmeyeceğini hepimiz gibi Cheryl de biliyordur. Hayatın sizden aldıkları sonucu size kattıkları oldukça önemli. Daima sizden götürdüğü şeyler olduğunda koca bir üzünç durum kalıyor geriye. Annesini kaybeden, bu durum sonucu kocasını, hislerini, aşkı, kişiliğini, sorumluluklarını kaybeden Cheryl'nin kaçış hikayesine ve sonrasına bayıldım.
"Sinirlerin önüne geçerse sen de sinirlerinin üzerine çık."
Çok sıradan, günde en fazla temas kurduğumuz duyu organımız; gözler üzerine kapanmış film. Bana kalırsa öyle tabii ki, ilk bir saati sonraki kısma tercih ederim ama sizce de "gözler" önemliyse izleyin.
Hangi açıdan bakarsanız bakın sizin de gördüğünüzde tanıdığınız bakışlar vardır, eminim. Moleküler biyolog Lan Gray insan gözünün evrimine dair bir araştırma peşindedir. Bu sırada bu gözleri dikkatlice inceleyin dediği Sofi ile tanışır. Allahım, Astrid güzelliği diye bir şey var bu dünyada.
Asansöre her bindiklerinde birbirleriyle bir şekilde etkileşime geçen bu ikiliye bayılacaksınız, Sofi'siz.
"İki kişinin birlikte olması gerekiyorsa, bir şekilde yolunu bulur ve bu eninde sonunda gerçekleşir. Aşık olmak için o kişinin sana uygun olmasına gerek yoktur. Bir anlık olur, gelir ve artık dünya başkadır. Ölüm ise çok basit, bir nefesi alıp geri verememek kadar kısa, hayat bazı şeylerin tadını damağında bırakır, tadını alırsın ama ona sahip olmanı istemez. Hayatımıza dokunan her kişinin de aslında bir sebebi vardır."
Bilim bir inancı yıkabilir mi? Peki bir inanç bilimi yıkarsa neler olur?
"Bir kuş hayatının aşkıyla tanıştığı zaman hem sevinir hem de üzülür. Sevinir çünkü onun için bu bir başlangıçtır ve üzülür çünkü çoktan bunun sona ereceğini biliyordur."
Benim odaklandığım noktaları belli, geri kalan kısmıyla fazla ilgilenmemek gerekiyor. Çok fazla beklenti ile de karşısına oturmayın ama zamanınızı harcayacak bir film değil. Bir insana aşık olduğunuz ve onu unutamadığınız zaman size ek tüm ilim ve fen tıkanır.
Ünlü fizikçi Stephan Hawking'in akıl almaz mücadeleleriyle devam ettirdiği hayatını beyaz perdede izlerken nasıl davranmanız gerektiğine şaşıracaksınız. Mücadelesinin başrol oyuncusu elbette karısı Jane Wilde.
- Tanrıya inanmadığınızı söylediniz. Size yardım eden bir hayat felsefeniz var mı?
- Yüz milyon galaksinin arasında bir dış mahallede daha küçük bir gezegende ortalama bir yıldızın etrafında dolanan gelişmiş primatlar olduğu gayet açık. Ama medeniyet doğduğundan beri insanlar dünya düzeninin altında yatan bir anlayış için yalvarıp durdular. Evrenin sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı... Ama sınır olmamasından daha özel ne olabilir? İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız. Hayat ne kadar kötü görünse de, her zaman yapabileceğin bir şey vardır... Nefes aldıkça umut vardır…
Lisede tanışıp birbirlerini sevdiklerine karar verdikten kısa bir süre sonra Hawking'in yakalandığı hastalığı onu yalnızca iki yıl yaşatacağını öğrenirler. Hawking'in yanına gelen herkese yalnızca 'GİT!' dediği sahnelerde yutkunmakta fazlasıyla güçlük çekeceksiniz. Kendi özgür iradesiyle hareket dahi ettiremediği bir bedeniyle başardığı mücadelenin ne kadar kıymetli olduğu ortada kalacak. Filmde Hawking teorilerinden daha fazla ortaya koyulan bir eş faktörü var. Jane, olmasaydı belki de hiçbir şey olmazdı. Umutsuzluğa kapılıp kara delikte yok olurdu belki Hawking.
Filmin vurucu sahnelerini görmenizi o kadar çok istiyorum ki. Hastalığa yakalandığı ilk an yere kapaklanması, çocuklarıyla oyun oynarken evdeki tüm eşyaları yıkıp geçmesi, karısına duyduğu aşkı yalnız bakışlarıyla anlatabilmesi, kaşık çatal kullanamaması. Her şey, her şeyin filmi bu.
Kadınlar tarafı olarak, sevdiklerimizle farklı yollara saptığımızda ya da kırgınlıklarımızı içimizde yaşadıkça kendimize fiziksel değişiklikler yaşatmıyor muyuz? Saç boyamak, kestirmek; kilo alıp vermek gibi... Yanlış anlaşılmasın bunun üzerine bir hikaye yok burada. Ama trajikomik bir şekilde biraz tersi olabilir.
İnsanın ben kendim gibiyim demek için illa isyan etmesi gerekmiyor tabii ki ve Caroline'de biraz eğreti duruyor sanırım, sevimsiz kız. Edepsizliği ise; bu sevimsiz tavırları, gittiği kasabanın sakinlerine bulaşınca tamamen baş gösteriyor. Kendi olacak diye iki hayatı birden yıkıma uğratması biraz hazmedilmeyici bir durum, haksızlık tam olarak. Gelgelelim yakışıklı öğretmenim gerçekten çok iyi, tabii ki yaptıklarından sonra ve aşkından ölmeden önceki haline kadar. -Yanlış değil, kendimden parça bulmazsam ölürdüm.- Kızımız bütün kurallara, olurlara karşı olmayı hayat mottosu haline getirmiş.Ve tabii ki duygusuzluğu da... Hayatına soktuğu erkeklere karşı doyumsuzluğu, umursamazlığı onu vazgeçilmez kılan bir özellik sanıyorum. Kendiniz gibi yaşayın, demenin eğreti bir vücut bulmuş hali. -Bana göre-
Kendini ötekileştiren kaybeder mantığıyla izliyoruz biraz sanırım ya da bende durum buydu. Aslında yönetmenimizin istediği biraz da diğer taraftan bakabilmek, kendinizi hiç başkasının yerine koymuyorsunuz, diyor. Tuhaf olaylar da yok değil film boyunca, biraz kurcalayınız. Gerçekten hayaller aleminde hikaye. Filmde arka planda uyuşturucu, katiller ve baskıcı bir toplum yatıyor fakat merkezde buraya yeni yerleşen özgür ruhlu bir kız, Caroline, var.
Caroline de yer yer "Hayatımın ana karakteri benim, başkası değil" diyecek.
Son sahne her şeyi özetleyen ve Caroline'in sözlerinin derin anlam kazandığı bir anı olacak.
Pazartesi sendromu mücadelenizi bitirmeye yakın akşam yemeği sonrası düşünmeden başına geçebileceğiniz harika bir gençlik filmi. Genç olmanın büyüsüne kapılamayacak yaştalar, farkında değiller hepimizin olamadığı gibi. Kendimi oldukça yaşlı hissettiğimden böyle konuşuyorum yaşla alakası olmayan bir dönemden geçiyorum. Büyümüyorum, yaşlanıyorum.
Andie Walsh okulun oldukça başarılı bir öğrencisi. Sadece okulda değil evde de babasını bu kadar güzel toplayabildiği için koca bir övgüyü hak ediyor. Babaları toplamak en zorudur oysa ki. Okul sonrası hayatına katabildiği tek renk, çalışmak.
Bana kalırsa filmdeki en büyük başarıyı Andie'nin çocukluk arkadaşı Duck hak ediyor. Tabii Andie'ye beslediği tek taraflı duygularıysa ayrı bir gülümsetiyor insanı. Andie'nin sonunda kalbini birisine kaptırmış olmasına sevinirken karşı tarafın alt sınıf insanlarla mücadele etmelerine koca bir öfke doğuyor içinizde. Bakalım onlar mücadelelerinde mutlu oluyorlar mı?
Sürekli pembe giyen, kıyafetlerini kendi tasarlayan Andie'nin hayatına misafir olmak sizi gerçekten sevindirecek. Üzerinizden tüm hafta yaşayacağınız yorgunluğu çekip alacak bir kere bu kadar güzel soundtrackları olduğu için bile izlenebilecek filmlerden.
İliklerime kadar hissediyorum, yeniden izleyeceğim! Hayatımın yönetmeni genç yaşta oldukça başarılı işlere imza atmış Dolan'ın izlemeye başladığım an etkisinden çıkamayacağıma kanaat getirdiğim 2015 Oscar'ının resmi adayı. Allahım ne desem az, muazzam!
Hayali Kanada'da kaderi doğrudan S-14 yasasına bağlı olan Diane adında bir kadının hayat hikayesini anlatıyor. Diane başarılı olmayı sürekli yıkıcı davranış bozukluğu olan oğlu Steve için ertelese de hayatındaki en büyük başarısı oğlunu sevmek.
"Bir anne hayatı boyunca oğlunu daha az sevemez."
Birbirlerinden hiçbir şey saklamadıkları sürece paylaştıkları her gürültüye tahammül edebilmeleri beni etkileyen baş hareketlerden biriydi. Ama dediğim gibi hiçbir şey saklamadıkları sürece. Bir anneye kendi kendime oturduğum yerden savurduğum yargıları bir kez daha düşündürdü bana, anne olmak her koşulda kolay değil elbet ama Steve'in annesi olmak da normalin üzerinde bir kapasiteye sahip. Komşularıyla yaşadıkları o eğlenceli ortamın sahnelerinde sırıttım ama acı çekmem gereken yerlerde de oldukça burkuldum. Nereye dokunmak istediyse oraya dokunmuş sevgili Dolan!
" Hayat poker gibi. Elinde iyi bir el yoksa mahvoldun.."
Dolan tekniğini bilen bilir, filme dair beğenmediğim tek bir şey bile yok. Hayatımın mutluluk köşesinin bir yerine yerleşti bile. Diane'ın Steve'in çoraplarını okşadığı sahnede sıkışıp kalan ruhunuzla, dans ettikleri dünyadan kopuş dakikalarında, Diane'ın komşusunun gidişi karşısında aynı hissi yaşadığınızla, Steve'in son sahnedeki muazzam hareketiyle, unutulmaz soundtrack'larıyla ve şahane oyunculuklarla izleyiniz..
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.