Böyle ne zamandır yazmadığımı hesaplayınca geçen süreye içerlenmedim değil, peki ya neden? Elle tutulur bir açıklaması yok elbette, akıp giden zamanda geçip gitmesini bir an önce dilediğimiz bu günlerde yine kafamı meşgul edecek bir yığın işle uğraşıyorum. Bunlara kurumsal kimliğim de dahil elbette.
Seveceğimi düşündüğüm filmleri bir günde iki tane izleyecek şekilde planlasam yine de bitiremem. Listenin başında da The Diary of a Teenage Girl vardı. Başladığında ben bu filmi izleyebilir miyim diye düşünmüş olabilirim. Önyargıları yendiğinde vardığın o virajda bekliyor olacağım çünkü film bittiğinde ben o virajın sonunda bambaşka hissediyordum.
"Büyüdükten sonra anaokuluna gidip orada her şeyin minyatür olduğunu düşündünüz mü? Sandalyeler, masalar sandığınızdan çok daha küçük değiller mi? Hiçbir şeyin değişmediğini biliyorum. Ama her şey bana farklı gözüküyor."
Minnie, 15 yaşında kendini keşfetme hikayesine şahitlik ettiğimiz bence soğuk ama bir o kadar da çekici karakterimiz. Kendini keşfetme diyorum aslında sadece kendini değil insan davranışlarını, hikayesinde attığı her adımın onu nereden nereye götüreceğini de yavaş yavaş keşfediyor.
Sonra ne mi oluyor? Minnie gibi hikayenize ortak olanların vurduğu ve kırdığı tüm olguları onarmaya çalışıyorsunuz. Ara sıra yaşadığı akıl kayması (nefret ettiğini söylediği adamın dizlerinde ağlaması mesela) hareketlerinde bu hikayenin zaten izleyen ve yaşayan tüm insanlığa zararı dokunacak- gibi geliyor. Oysa ki insanın tüm zarar görmüş duyguları ve istekleri hayattaki beklentilerini geliştiriyormuş. Onları büyütüyormuş, küllerinden yeniden doğuruyormuş. İnsan, Minnie gibi en dibe düşmeliymiş ki kolayca ayağa kalkabilsin.
Marielle Henner, her şeye biraz dokunan ismimiz. Yönetmen, yazar ve aynı zamanda oyuncu. The Diary of a Teenage Girl yönettiği ilk filmi. Görsel şölenleri ve soundtrackları konusunda oldukça çekici bulduğum filmimiz de bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Ara sıra beklemediğim yerden fışkıran çizimlerle beni oldukça farklı bir hikayenin içinde olduğuma inandırdı.
Belki de kimse beni sevmiyor.
Belki kimse beni sevmeyecek.
Ama belki bir başkası tarafından sevilmekle ilgili değildir.
İnsan kendini bulduğu her anda kendisinden biraz daha uzaklaşıyor, umarım hikayeniz bunun tam tersi şekilde devam eder. Kendinizi virüsten koruyun, iyi seyirler.
71. Venedik Film Festivalinde Adam Driver ve Alba Rohrwacher'a ödül kazandırmış bir hikaye ile yeniden buralardayım. Başlangıçta her ne kadar gülecekmişsiniz gibi dursa da öyle sanıyorum ki film boyunca birinden ya da durumdan yalnızca rahatsız olacaksınız.
Günümüzce sıkça konuşulan, lehinde ya da aleyhinde tarafları sıkça tartışmaya sokan bir konu farklı bir bakış açısıyla ele alınmış. Geçiş dönemleri, yıllar öncesi ve sonrası kısımları izlerken belirtilmiyor ama konunun o kadar içinde duruyorsunuz ki anlamamak elde değil. Öyle sanıyorum ki birçok kişinin de kulak kabartması gereken bir film; uçuk kaçık değil, önemli yerlere nokta atışı yapılmış. Vegan beslenme, ebeveynlik ve farklı kutupların birbirini çektiği ilişki sahipleri özellikle izlemeli bence.
Bazen ilişkiler sadece gülüşmelerden, komikliklerden, şakalardan; karşılıklı hoş sohbetlerden veya evin badana rengini seçerkenki güzel anlaştığınız anlardan, ortak zevkleriniz olan sanatsal faaliyetlerden oluşmuyor. Bir adım ötesini görmek, her türlü fantezinin getirisini götürüsünü ölçüp biçmekle alakalı olabiliyor.
Aşklar ve meşkler gelip geçici olmasa da zamanla kendini ihtiyaçlar hiyerarşisinde aşağılara bırakabiliyor. Bambaşka konularda da birlikte düşünmek, tek başına düşündüğünüz en korunaklı ve en doğru yoldan bile daha kıymetli.
Film boyu tek bir kişiye odaklanmak zorunda bırakılıyorsunuz çünkü öfke ve bildiğimiz doğrular diğer her şeyi bertaraf ediyor. Gözünüzün önünde sadece herkesin iyiliğini isteyen bir insan için canavarca hisler besleyebiliyorsunuz. Yanlışın esas tarafı önceleri pes dedirtirken sonra kendisine de acıma gerektirecek kadar büyük bir buhran içinde savruluyor.
Yanlışlar birçok kişi için yanlış ve bir yanlışı asla diğer yanlış örtmüyor, sıkça bunu hatırlayalım.
Ben, evlenip bebek sahibi olmayı düşünen kız arkadaşlarıma "bu filmi izle" dayatmasını yaparken siz; düşüncelerinizin esiri olmadan izleyiniz.
Üzerinden çok zaman akmış filmleri izlemek bazen insanı ufak da olsa yoruyor. Eskiden ne kadar çok şeye tahammül ediyormuşuz diyor; şimdilerde hayatımıza yeni "tabu" olarak girmiş şeylere bir zamanlar gülüp geçtiğimizi fark ediyoruz. Sımsıcak Meg Ryan gülümsemesi ve Seinfeld benzerliğiyle Billy Crystal'ı bu kadar yıl sonra izlemek gayet keyif verici bir aktiviteydi, tavsiyedir.
Harry'nin bu dünyadaki en karamsar insan olması ve Sally'nin en zorlu kadınlardan biri olması hiçbir şeye engel olmazdı normalde, fakat bazı hikayeler siz olmasını istediğinizde ya da olup olmamasının sizin için çok önemli olmadığı dönemde gerçekleşmez. Her şey kendi dünyasında oldukça özeldir ve kendi anının parlayacağı zamana kadar bekler. Bu belki 11 yıl sürer belki 3 ay...
Film, yani Harry, başta bize erkeklerle kadınlar gerçekten arkadaş olabilir mi sorunsalını yüklüyor. Düşündürüyor ve diyor ki; sonunda olan arkadaşlığa olur.
İşte eski filmleri yeniden izlemenin getirileri olduğu kadar bazı götürüleri de oluyor. Artık böyle değil, hiçbir şey o zamanlardaki gibi değil diyorsunuz. Bu olayları hayatımızdan çıkartalı çok zaman oldu. Siz bu paradoksu düşünürken olaylar gelişiyor, arkadaşlıklar, tüm bağlar gözlerinizin önünde sıcacık kliplerle beliriyor. Birine dayanak olmak insanları birleştiriyor aslında ortak hayaller kadar ortak yaralar da insanlara -aynı gemideyiz- hissi veriyor.
Şimdilerde fenomen olan tüm cümlelerin çok eskiden yaşandığını hatta üzerine film çekildiğini görüyorsunuz izlerken. Bu hayattaki en hakiki cümle de bu filmde söylendi Harry tarafından:
"Çünkü hayatın kalanını biriyle geçirmek istediğini fark edince, hayatın geri kalanının bir an önce başlamasını istiyorsun."
Güzel şeyler oldukça basit anlatılıyor.
Hayatınızın en doğru zamanında parıldayan anları için izleyiniz.
Woody Allen ve kendi klasiği olan A Rainy Day in New York, diğer tüm filmlerinde olduğu gibi finali görmeden kesin yargılarda bulunamayacağımız bir konuda işlemiş, özellikle de karakterler için.
Gatsby ve Ashleigh ile birlikte bir gece New Yorkta geçirecek; birinin havai ve uçarı; diğerinin hayalperest, prensipli ve bir o kadar da tutkulu olduğu ilişkilerinin yağmurda ıslanmasına tanıklık edeceğiz. Anneleriyle belli bir mesafeden öteye geçmeyen erkek çocukları; aile kavramını ve kutsallığını sorguladığımız bu günlerde pek de göze çarpmıyor. Herkesin mutlaka bir açıklaması vardır.
Hayat bizi bir yerlere savururken planlarımız için neler yaptığımız ve yaşama tutunmaya verdiğimiz gayret sevginin ismini belirliyor. Ne için sevdiğinizi bilmediğiniz herkes ve her şey rüzgarda savrulan yaprak gibi oradan oraya savuruyor sizi. Dönüp dolaşıp aynı bahçeye de düşseniz üzerinizde hep geçip gittiğiniz yerdeki tecrübeleriniz kalıyor, sonra boşluğa; upuzun yollara bakarak günleri geçiyorsunuz.
Birlikte plan yapmaktan daha güzel bir şey varsa o da birlikte hayal kurmaktır ve bunların ikisi siyahla beyaz kadar birbirinden farklıdır. Eski dönem siyah-beyaz filmlerdeki romantik sahneleri yaşamak için bunu iki kişinin de istemesi gerekiyor. Aynı heyecanı ve etkilenmeyi paylaşmadığınız her an sadece ıslanmış oluyorsunuz.
Birlikte yağmurda yürüyüp zatürre olmadığınız; birlikte plan yapmaktan çok hayaller kurabileceğiniz aşklar için izleyiniz.
Masalımsı tüm detayıyla izleyip beğendiğimiz, aynı isimli romandan uyarlama filmimiz.
+ Çok güzel görünüyorsun Molly. - Senin gözlerin kör, eski dostum..
Geçmiş zamanda toplum tarafından ötekileştirilen ve yine aynı toplum tarafından ayıplanan bir genç kadının kızı olarak dünyaya geliyor Tilly. Burada tüm ahlaksızlığı yapan ancak ördükleri iyi profil sebebiyle dikkat çekmeyen insanların Tilly ve bence dünyanın en eğlenceli annesi Molly'ye iyi gelememelerini ve hiçbir zaman da iyi gelemeyeceklerini izledik.
Dungatar kasabasında çocukluğundan ve gerçekliğinden uzaklaştırılmış Tilly'nin bir gün hasta annesini ve ona bu durumu yaşatan herkesle karşı karşıya gelmesiyle başlıyor ve "Bir masal nasıl bu kadar gerçekçi olabilir?" sorusunu akıllara getiriyor. Filmin ilk yarısında oldukça eğleniyorsunuz ve bence bu derece akıcı komedilerin de evlere kapandığımız bu umutsuz dönemlerde ilaç gibi geleceğinden şüphem yok.
İnsanın hayatına etkisi büyük tanıdık bir konunun bu kadar etkili aktarıldığı senaryoları izlemekten keyif duyuyoruz, Teddy'nin ambara atladığı sahnede aklınızı bir süre bırakacağınız ve ancak filmin sonuyla normale dönebileceğiniz bu hikayeyi hemen izleyin derim.
MaudLewis, hayatının çok büyük bir kısmını romatoidartrit hastalığı ile uğraşarak geçirmiş bir Kanadalı folk art sanatçısı. Hastalığıyla uğraşmış ama hiç yılmamış; artriti en çok kollarında etki göstermeye bile başlasa resim çizmekten bir an olsun vazgeçmemiş.
Ona hayatı yalnız biri refakatinde geçirebileceği, hayatı boyunca yalnız kalması gerektiği öğretilmiş ama hayata bir kez gelen Maud, hizmetçi olmak için çıktığı yolda bir şekilde ona ait olan ailesini, aşkını bulmuş. Hayatın size sundukları değil de sizin seçebilmek için ne kadar savaştığınız gerçeği hayata tutunma şeklinizi gösteriyor. Maud, dişiyle tırnağıyla dedikleri cinsinden tutunuyor.
Hayat sizi ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın, yakınınızda yörenizde sessiz bir el olarak bile olsa destek olan birine ihtiyaç var. En azından tek odalı bir kulübede dünyaca ünlü bir ressam olmak için gerekiyor. Eğer biricik aşkı Everett duvarları bile boyamasına müsaade etmeseydi 0,75 centlik resimleri kimse göremeyecekti.
Maud: Farklı çoraplardan oluşan çift gibiyiz.
Everett: Ben esnemiş, çirkin olanım. Üstümde birçok delik var.
M: Hayır.
E: Evet, sert ve gri.
M: Hayır.
E: Evet.
M: Ve ben de düz, beyaz pamuklu çorabım.
E: Hayır, sen kraliyet mavisisin, kanarya sarısısın.
“Bazen pır pır eden bir kuş, bazen yaban arısı. Harekete geçmek için tek gereken şey hayat. Hayatın tümü çoktan çerçevelenmiş.”
İki kişi gidilen hastaneden tek dönmenin acısı Everett’te var. O da sevdi bence. Tam da beğenmediğimiz, söylemese de sevdiği bilinen cinsten.
Filmin sonu apayrı bir dünya. Gerçek görüntülere yer veriliyor. Maud o kadar tatlı ki, izlemelisiniz.
Hayatı Maud’un gözünden en az onun kadar renkli ve onun fark ettiği şekilde güzel çerçevelenmiş gibi izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.