Merly Streep... Senin yaşlanmış olman, kırışıklıkların ve beni fazla abartıyorsunuz demen... bunların hiçbiri adil değil.
Ve Gary Olman, öldün mü? Everyyyoneeee bağırtın hala kulaklarımdayken beyaz saçlarına bakamıyorum, seni özleyeceğiz.
Burada çoğumuzun belki bilmediği belki duyduğu ama ilgilenmediği meşhur "panama papers" izliyoruz. Netflix için güzel bir proje, filmin sonu ise... neyse söylemeyeyim :)
Filmi izlerken birçok ekonomi/borsa terimlerini öğrenebilirsiniz hem de hiç sıkılmaksızın. Offshore hesaplar, para aklama, kabuk şirketler bla bla bla...
Filme adapte olmanız belki bir tık zaman alabilir ama yüzeysel bilgileri içeren bir ders kitabı gibi.
Bunca adaletsizliğin içinde hayatlarımız hiç bilmediğimiz hayatlarla ne kadar benzer. Kaybınız ne kadar kişisel olursa olsun başkaları için yaşamak suç olmalı diye düşünüyorum. Akabinde önünüzdeki bir kapı kapanırken açılan kapının saraya açıldığını göremiyorsunuz. Saray da bir nevi güzelleme dolayısıyla. Yoksa tabii ki mermerler umurumuzda değil; sadece dışarı baktığımızda Joe'yu görmek istiyoruz.
İçinizi kemiren şey sizi günlerce hatta belki de aylarca yedirmez, içirmez, güldürmez kimi zaman. Bütün dünya size karşı gelmiş de kollarınızda mecal kalmamış gibi hissedersiniz.
Yumuşak huylu olanlar ne zaman yer yüzünün güzelliklerini görecekler?
En başta söylediğimiz gibi bu kadar adaletsiz bir yaşam formunda kimsenin kazandığı yok.
"Mahremiyet çiş yaparken banyo kapısını kilitlemektir. Gizlilik ise kapı kilitleme sebebinizin insanların normalde banyoda yapmadığı bir şey yapmanız olmasıdır."
Sonunda iyiler mutlaka kazanır mottosuna çok da bel bağlamadan izleyiniz.
"İnsanlar seni sevdiklerini söyler. Ama kastettikleri şey seni sevmenin onlara kendilerini nasıl hissettirdiğini sevdikleridir."
Kapağı ilk gördüğümde ilgimi çekip çekmediğinden şüpheliydim. En çok ilgimi çeken filmlerin hepsi de bu özelliğe sahip, başta hiç ilgimi çekmemiş olmaları. Anoreksiya Nervoza(Yeme bozukluğu) hastalığına yakalanan Ellen, aslında bu hastalıktan kurtulmak istemeyecek kadar zor zamanların gölgesinde kalmış asıl karakterimiz.
Netflix hayatımıza girdiğinden beri bu tarz filmlerden haberdar olma oranımız oldukça arttı, ben de bir Instagram paylaşımında denk geldim. Bu konuda Netflix'i popüler kültürün bir parçası ve kullananlarının oldukça sığ kafa yapısına sahip olduğunu savunan tüm yorumları kınıyorum.
"Yapmak istiyorum ama yapamıyorum." O zaman belki de bize bunu söyleyen o iç sese; "siktir git!" demenin zamanıdır."
Ellen, bir çok defa hastalığı yenmek için tedavi gördüğünü deneyimlese de bu tedavilerin çoğunda ilk önce kendisini iyileştirmesi gerektiğinin farkına varamaz. Dr. Beckham ile yollarının kesişmesinden sonra 5. kez tedaviyi kabul ediyor. Aslında bizi dibe çeken en önemli kaygılarımızın oluşmasına sebep olan şey çocukluğumuz. Yaşadığımız en ufak ve belki hatırlamakta zorlandığımız duygu karışımlarına sebebiyet vermiş bir yığın anı ile dolu.
"Hayatın kolay olmasını beklemeyi bırak. Birinin seni kurtarmasını ummayı bırak."
Ama yaşadığımız ve gerçekten yaşamak istediğimiz o ince çizgide kararsız kaldığımızda işler karışıyor.
Bu film; aslında karşılaşmak istediğiniz her fırsatı sizden başkasının karşınıza çıkaramayacağını, ne kadar mücadele ettiğinizi düşünseler de tek mücadelenin kendi içinizde verdikleriniz olduğunu gösteriyor.
Savaş gerçeğini yakın arkadaşlarınızın ailesinden dinlediğinizde o yaraya siz de eşlik ediyorsunuz. Korkunç bir şey, hayal ettiğiniz ürpertinin ötesinde. Twice Born, roman uyarlaması filmimiz bu kadar geç izlediğim için beni asla affetmeyecek.
1992 yılında Saraybosna savaşında korkunç bir katliamın ortasında kalmış bir dramı anlatıyor, her savaş filmi gibi üst düzey rahatsız edici ve izlemesi oldukça zor. Başlangıçta sizi sadece iki insanın birbirine olan bağının yavaş yavaş artmasını izletiyor, yavaşça aralanıyor tüm duygular. Herkes seçtiği yolda kendi hedeflerine ilerlemiş hayatını sürdürüyor. Öyle olması gerekiyor da gerçekten öyle mi oluyor?
Penelope Cruz, başarılı yaşlandırılmış haliyle bile kalbimizin baş tacı. Saadet Işıl Aksoy'u ilk kez bir projede izledim, duygular şelale. Nasıl başarılı bir oyunculuktur, nasıl sessiz. Sade. Tüm uğultular ve izlediğim onca rahatsız edici sahne sonrasında aslında gerçeğin altında da bazen üzücü bazense hiçbir şey hissettirmeyecek bir gerçeğin yattığını fark ettim. Biz iyi olsak da şu an savaş içerisindeki topraklarda büyümeye çalışan çocuklar, birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmış binlerce insan var. Savaşın ortasında kalmış olmak Gemma ve Diego'nun tek sorunu değil elbette, ben sadece o kısmı almışım.
"Hayır beni tanımıyorsun. Sadece görmek istediğini görüyorsun."
Zamanın belki de en ses getiren yapımları arasında yer aldı Bohemian Rhapsody, bunca zaman neden izlemediğimi açıklayamamıştım. Ta ki Reanjeno'nun tepkili şaşkınlığına kadar. (Aydınlanma için bin teşekkür.) Bu hafta sonum muazzam bir şekilde evde geçti, kusursuz diyemem çünkü deli gibi hasta oldum. Bağışıklığım kuvvetlensin diye harcadığım tüm efor suratıma suratıma çarptı. Bu durumu bile fırsata çevirdim, keşke bir kaç gün daha Pazar olsa.
"Olmadığın biri gibi davranarak hiçbir yere varamazsın."
Elbette anladığınız üzere efsanevi grubumuz Queen'in nasıl var olduğu, hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldikleri, Freddie'nin şanssızlıklarla dolu şansını anlatıyor. Belki belgesel değil ama zaten bu aşamada izleyebileceğiniz fazlaca seçenek mevcut, hiçbir fikri olmayanlar için muazzam bir ön gösterim filmi olabilir. Bana kalırsa biraz da; "Herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor." filmi.
Şans, elimizde olmadan burnumuzun ucuna konduğunu sandığımız fırsatlar gibi. Bence hepsini kendimiz, kendi ellerimiz ve tekrardan kendimiz yaratıyoruz, farkında olmadan dediğimizde de daha kıymetli oluyor. Biraz da hayatı biz sürprizlerle doldurmuyor muyuz? Sadece Freddie'nin şanssızlıklarını izliyormuşsunuz gibi ancak öyle değil bana kalırsa. Sonra en derinden bir yükseliş geliyor, bazen şanslı olmak da şanssızlıktır.
" Geriye bakmak yok. Sadece ileriye! "
Filmi yer yer yükselişlerle birlikte hafif gözyaşlarıyla bitirdim, gerçekten fazlasıyla motive eden bir havası var. Queen hayranlarının gerçeği yansıtma şeffaflığı ve sıralanışından memnun olmamasından dolayı fazlaca eleştiriye maruz kalmış olsa da benim için oldukça başarılı bir filmdi, bir anda insanın Rami Malek kadar yetenekli olası geliyor. Hikayenin özüne kadar inecek olursak tabii ki Mercury olmak isterdik.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Durağan, yormayan ama en sonunda insanı dumur eden filmlere bayılıyorum. Umarım onlar da bana bayılıyordur. Kesişen hayatların nasıl çekici geldiğini bilirsiniz, sizi üzecek olmasına takılmadan bunun bir lütuf olduğunu düşünerek her anınızı değerlendirirsiniz. Şanssız olduğunuz her durumu şansa çevirme takıntısını bırakmadıkça da olayın ciddiyetine varamazsınız zaten.
Arriaga ile daha önce tanışma fırsatı yaratmamış olanlar için şiddetle tavsiye edeceğim bir filmi Burning Plain. Onu tanıyanlar ve işbirlikleri konusunda ne kadar yetenekli olduğuna şahitlik etmiş olanlar Arriaga'nın yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu bu filmi kaçırmamışlardır muhakkak. Üç güzel kadının etrafında dönen, sizi en uca kadar sürükleyip orada yalnız bırakacak bir sona sahip. Belki de birileri için sadece başlangıç olur.
Bakış açınızı tek noktada tutmayıp, gözünüzün önüne her getirdiği karaktere sarılma isteği uyandırıyor. Büyüttüğü karakterin ana temasında yatan hikayenin ise beyninizi uyuşturacağına yemin edebilirim ama bunu size kanıtlayamam.
Yaş aldıkça uzaklaştığınızı sandığınız en yakın şey geçmişinizdir.
Arriagana'nın kesişen hayatlar etrafında kurguladığı bu hikayede bir diğer kadın zaman zaman siz oluyorsunuz, yalnızca bir kadını kapsıyor gibi gözüken bu hikayenin nasıl buralara geldiğine inanamayacaksınız. Suçladığınız her gerçeğin aslında büyük bir boşluğu kapladığını gördüğünüzde içinizden gelen burkulma sesini duyuyorsunuz. Her attığınız adımda, söylediğiniz sözde, attığınız bakışta karşı tarafın size yakışık gelmeyen davranışının altında büyük bir acı yatabiliyor olduğunu unutmamalısınız. İstem dışı yaşanmışlıkları, geçmişte yatan bu dozajdaki acılara bağlayan insanları da hayatınızdan çıkarmanızda fayda var. Çünkü, gerçek acılar asla kullanılmaz.
"Tüm hayatım boyunca gerçekten var olup olmadığımı anlayamadım, ama varım."
Onlarca kişi bir salonda Arthur'un Joker'e dönüşmesini ve kötülüklerin gölgesinde kalmak zorunda olmasını anlamaya çalıştık. Salondan çıktığımızda kaç kişi anladı sizce, belki 3 ya da 5. Geri kalan herkesin topluma ayak uyduramayan, fiziksel/biyolojik bir bireyi gördüğünde nasıl davranacağını ve davrandığını biliyoruz. Bu bir miktar sitem, her birine o gücü kim veriyor orası tartışılır elbet.
"Ya iyi olarak ölürsün ya da kötüye dönüşecek kadar uzun yaşarsın."
Arthur, sen dünyanın en şanssız çocuğusun. Dünyaya adapte olma çaban muazzam, şartların geliştirdiği o küçük dünyana sığamamış olma hikayen bize muhteşem bir film izlettirdi. Bu konuda çok fazla gelgitli tartışmalar var, o zaman öyleydi şimdi böyle. Ledger zaten kalbimizin Joker'i, onu asla arka plana atamayız. Bence bir an önce objektif bir şekilde tadına varın bu filmin.
"Umarım ölümüm hayatımdan daha mantıklı olur."
Hayatın belirli dönemlerinde hepimizin bir kırılma noktaları vardır, her gün bir kırılma anı yaşayan Arthur'un artık tüm sisteme yavaşça öfkelenmesi ve tüm bu denge bozukluğundan yaptığı hataların onu rahatsız etmemeye başlamasıyla gerçek bir Joker ortaya çıkarır. Phoneix, çiçeğim. Dünyanın en karakteristik suratına sahipsin ve muhteşem bir iz daha bıraktın. Gönül oscarımız sana gitti bile, bu ağır drama ile benim kalbimi yine en derinden fethettin. Neden "yine" dediğimi merak edenler için bir örnek; Her, 2013
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.