Evet, yine o malum tarih yaklaştı. Belki uzun zamandır evlisiniz, “Artık Sevgililer Günü mü kaldı bize?” diyorsunuz. Belki uzatmalı sevgilisiniz, her 14 Şubat geldiğinde ne alacağınızı kara kara düşünüyorsunuz. Belki yeni bir sevgili yaptınız, heyecandan ne alacağınızı bilemiyorsunuz. Belki de bu günü evinizde tüylü, minik dostlarınızla geçirecek ve “En güzel sevgi bu!” diyorsunuz. O da mı değil? E, o zaman neden kendi kendinize hediye almıyorsunuz? Tamam, merak etmeyin; bu listede hepinizi düşündük.
- İlişkiyi heyecanlandırmak için baştan çıkarıcı bir koku alın. Kokular hafızada yer bırakır ve her yeni koku bambaşka hatıralar yaratır. Hazır kış ayındayken baskın ve egzotik kokuları tercih edebilirsiniz. Kadın parfüm önerimiz için tıklayın! Erkek parfüm önerimiz için tıklayın!
- İlişkinizin başladığına dair sosyal medyada boy boy fotoğraflarınızı sergilediniz büyük ihtimalle. Ama unutmayın, geleneksel fotoğraf albümünün anlamı her zaman çok başkadır. O nedenle, HP Sprocket kırmızı fotoğraf yazıcısı sevgililer günü için çok keyifli bir hediye olacaktır. HP Fotoğraf yazıcısı için tıklayın!
- Bu önerimiz ise beylere. Her zaman geç kalmasına sebebiyet verdiği için söylendiğiniz eşinizin makyaj setini yenileyerek şaşkınlık yaratmaya ne dersiniz? Kadınlar kozmetik ürünlere bayılır, biliyorsunuz. Kozmetik ürünleri için tıklayın!
- Her Pazartesi beraber spor yapmaya niyetleniyor ama ilişkideki bir taraf planları bozuyorsa, şahane bir fikrimiz var. Motivasyonu yükseltecek bir akıllı bileklik! Fiziksel aktiviteleri detaylı bir şekilde takip etmeye olanak tanıyan bu bilekliklerle spordan kaçmak yok, sağlıklı hayata hemen başlamak var. Akıllı Bileklikler için tıklayın!
- Romantiklik önemli. Karşınızdakine ince bir ruhu ve ince zevklere sahip biri olduğunuzu göstermek için en iyi gün, bugün! Hediye edeceğiniz retro bir plakçalarla eski plakları dinleyip, romantik bir akşam geçirebilirsiniz. Retro plakçalarlar için tıklayın! Bir boomads advertorial içeriğidir.
Besinlerin kullanım ömrünü nasıl uzatabileceğinizi biliyor musunuz? Peki ya onları ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi? Eğer siz de benim gibiyseniz, birkaç temel gıda dışındaki hiçbir besin için net bir fikriniz olmadığına eminim. En basitinden, sizce elma ne kadar bir süre saklanabilir? Lezzetini, sertliğini ve tazeliğini yitirmemesi için ne yapmak gerekir? Oturup her besin maddesi için internette araştırma yapmanıza gerek yok: http://saklamarehberi.com, tüm bu bilgilere tek bir kaynaktan ulaşmanızı sağlıyor.
Türkiye’nin ilk ve en büyük derin dondurucu üreticisi olan Uğur Soğutma tarafından hazırlanan (ve tamamen ücretsiz şekilde kullanılabilen) sitede; hamur işleri, süt ürünleri, meyveler, sebzeler ve et ürünleri ile ilgili merak ettiğiniz her bilgi yer alıyor. İlk olarak, tüm bu besinlerin ideal kullanım sürelerinin ne olduğunu, daha sonra da bu kullanım süresini nasıl uzatabileceğinizi öğreniyorsunuz. Tahmin edebileceğiniz gibi, derin dondurucu kullanmak tüm gıda maddelerin daha uzun süre dayanmasını sağlıyor. Ancak, örneğin karidesi derin dondurucuda saklayabilir misiniz? Peki ya yazın aldığınız, lezzetli ve sulu bir karpuzu derin dondurucuya koyup, kışın yiyebilir misiniz? Tüm bu soruların ve çok daha fazlasının cevaplarını Saklama Rehberi web sitesinde kolayca bulabiliyorsunuz. Hepsi bu kadar değil: Sitenin “Alternatif Bilgiler” bölümünde, evde kolayca hazırlayabileceğiniz birbirinden lezzetli tarifler yer alıyor. Evde nasıl mocha yapabileceğimi, meyvelerin kararmasını nasıl önleyebileceğimi, hatta unsuz kekin nasıl yapılacağını bile öğrendim. Laf aramızda, kot pantolonların derin dondurucuda temizlenebileceğinin de haberdar oldum! (Kotu fırçaladıktan sonra bir poşete koyup derin dondurucuda 1 gün boyunca bekletiyorsunuz. Şaşırtıcı, değil mi?)
Türkiye’nin ilk gıda saklama rehberi olan http://saklamarehberi.com, beni şaşırtacak ölçüde bir içeriğe sahip ve her birini okumaktan büyük keyif aldım. Eğer sizin de bir derin dondurucunuz varsa, bu siteyi muhakkak ziyaret etmelisiniz. Derin dondurucunuz yoksa bile gıdaları nasıl daha sağlıklı tüketebileceğinizi, ne kadar uzun bir süre boyunca saklayabileceğinizi ve basit, pratik, lezzetli tarifler ile ipuçlarını Saklama Rehberi web sitesinden öğrenebilirsiniz.
Bazen yazmazsam delirecekmişim gibi oluyor, bu da o anlardan sadece biri.
Sanki bir şeyler fazla geliyor, ben bu şekilde fazlalığı attığımı
düşünüyorum. Sıradaki yazımızın esas konusu olan filmle karşılaşma hikayemiz
biraz sancılı oldu. Uzun bir teslimat süreci geçirdikten sonra
kavuştuk.
Susan ve Richard'ın çıktıkları turistik gezide başlarına gelen trajik
olayların dört farklı aileyi kesiştiriyor olması en vurucu kısmı. Farklı
kıta, kültür, dil ve dine sahip ailelerin aslında fark etmeleri gereken en
büyük kavramın aile olduğunu serpiştiriyor içimize. Sevgili yönetmenin
dokunmak istediği her noktaya dokunduğundan emin olması gerektiği
kanısındayım, oyunculuk ve müzik seçimiyle de oldukça başarılı bir kaç saat
geçirtiyor.
"Anlaşılmak istiyorsan, dinle."
Alejandro González Iñárritu ile daha önce Birdman
ile tanışmıştık ama kendisini en fazla 21 Gram ile benimsemiştim, her film kendi içinde güzeldir benim için asla
kıyaslayamam. Buna göre daha iyiydi demem, her biri benim bebeklerim çünkü.
Sonuçta burada bana göre; "En güzel filmler yer alıyor." İzleme fırsatınız
olursa diğer filmlere de mutlaka göz atın.
" - Biz yanlış bir şey yapmadık. + Ama onlar yaptığımızı
düşünüyorlar."
Kurgunun tamamına göz attığınızda iletişim problemi yaşayan bir çok
karakterin nasıl da aynı tarz acılara şahit olabileceklerini görüyorsunuz,
işin en tatsız kısmı sizin de onlara dahil olmanız. Dünyanın bir ucundan
diğer ucuna iki farklı kıtayı, dili ve kültürü paylaşıyor olsanız bile
sevdiğiniz birisini kaybettiğinizde aynı acıyı hissediyorsunuz. Çaresiz
hissettiğinizde, elinizden hiçbir şey gelmediğinde, bir Amerikalı olduğunuz
halde ellerinizi hiçbir yere sürmeyecek kadar kirli bir ülkede yapayalnız
kalıp anlamaya başladığınızda, dünyanın teknoloji devi ülkesi Japonya'da
iletişim problemi çektiğinizde. Bu filmde beni en fazla etkileyen Chieko'nun
diskoya girdiği sahneydi. Sanırım dünyadaki en büyük şans duyuyor
olmak.
Bunca işin gücün arasında beni bırakıp gitmez, beni ben olduğum için seviyor dediğiniz kaç kişi arkanızı daha dönmeden sizi hayal kırıklığına uğrattı bilmiyorum. Ya da kim böyle kırılgan bir konudan giriş yapar benden başka, onu da bilemiyorum. İlk cümleyi okurken Nilüfer'den Esmer Günler'in girişiyle başladıysanız benim gibi tamamdır!
Gelin sarılalım. Ekim ayının başlamasıyla yani müthiş sonbaharın ülkemizin tüm odalarına sirayet etmesiyle birlikte; geleneksel romantik filmleri izlemememiz için hiçbir bahane kalmadığı kanısındayım. Alışılagelmiş, sadece filmlerde olan "tatlı küçük tesadüfler" ve pek tabii hoşlantılarla beslenerek ilerleyen bu ve bu tarz filmler için en uygun mevsim!
Evlilikler, hastalıklar, ölümler hayatımızın büyük kırılma noktalarıdır. Hikayemiz bu kırılma noktalarında meydana gelen yaralanmalar, bozulmalar ve sorunların; görmezden gelinerek çözmeye(!) çalışmanın ne büyüklükte buhranlara yol açtığıyla ilgili biraz.
Kendime artık bunu yapmayacağım evresi 17 yaşında da aynı 77 yaşında da aynı. Artık kendime bunu yapmayacağım dediğiniz an kanatlarınız çıkıyor hatta başınızın üzerinde hale bile beliriyor inanır mısınız? Kendi sınavınızı verirken karşınızdaki insanın sizi daha çok zorlamasına göğüs germeyi güçlülük sanıyoruz ya da yolun yarısına kadar geldiğimizde geri kalanı da aynı şekilde tamamlamak boynumuzun borcu gibi davranıyoruz.
Yapmayalım olur mu? Gerekirse iyi çocuk olmayalım ve el alem bir şeyleri desin dursun ama kendimize bu kötülüğü yapmayalım.
Bir kere geldiğimiz bu dünyadan musmutlu ayrılacakmış gibi izleyiniz.
Yıllarca bir şekilde karşıma çıkmış ancak tarzıma hitap etmeyeceğini düşündüğümden izlemediğim serinin ilk filmi, aslında tam olarak beni içine hapsedebilecek kadar güzelmiş. Önyargılarım kalp ben.
Daha önce izlemek için çeşitli bahanelerle fırsat yaratmayıp izledikten sonra altı ayda bir tekrarlamam gerektiği kanaatine vardım. Eleştirmenler, yönetmenler
ve birçok sinemasever tarafından eşit ölçüde beğenilen ve özel olarak her fırsatta dile getirilen İtalyan ailenin iç ilişkilerini anlatan filmimiz hakkında söyleyeceklerimi itina ile seçmem gerekiyor şu an. Sadece aile ilişkilerine değinildiği düşünülmemeli elbette ama benim için Baba'nın "Ailesiyle vakit geçirmeyen bir erkek asla gerçek bir erkek sayılmaz" demesiyle başlıyor film.
"Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın."
Daha sonrasındaki kırılma sahnelerinde içime bu derece sineceğinden habersiz izlemeye başlamıştım elbette, bazen sizin için doğru olabileceğine inandığınız yoldan gitmek istemeyebilirsiniz. Kimse sizi zorla bir şeye inandıramaz, kendi kendinize gizlice inandığınız doğrularınızı ilk sıraya alabilirsiniz. Bir anda Michael Corleone olabilirsiniz mesela.
"Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım."
Sinema tarihinin en etkili 2. repliğine sahip film sayesinde Corleone ailesiyle tanışıyoruz. Mario Puzzo'nun başyapıtında bir çok sahnede büyüleniyor, içiniz gıdıklanıyor ve psikolojinizle oynanıyor. Sonrasında ise etkisinden çıkmamak için tekrar tekrar aklınızda başa sarıyorsunuz filmi. İlk görsel beni çok etkileyen bir sahneydi, tüm aile üyeleri tamamlanmadan fotoğraf çekilmemişti. Bu derece bağlı bir ailenin nasıl da derinden dağılabildiğine tanıklık etmek oldukça rahatsız edici elbette. Mafya filmleriyle alakalı pek fazla yorum yapamayacak kadar az bilgiye sahip bir kişi olarak söylemeliyim ki, üzerine yapılmış hiçbir film bu kadar başarılı değildir.
"Bu dünyada herhangi bir şey kesinse, tarih bize bir şey öğretebildiyse, o da istediğin herkesi öldürebileceğindir."
Tüm bu gücün en belirgin ve devamlı ögelerinin bağlılık ve acımasızlık olması tüm karakterleri daha da güçlü olmaya zorluyor gibi. İhanet edenlerin sadece ölmesi gerektiği gerçeği gibi. Her yapay davranışın altındaki gerçeği fark ediyor olmaları gibi, Baba'nın kabul odasındaki asil duruşu, portakallar, kedi. İzlemeniz için ne gerekiyorsa yapınız. Devam filmlerine geçmek için sabırsızlanacaksınız.
Adore ya da Two Mothers olarak biliniyor adı, birkaç kez de değişiklik olmuş. Mesela Türkçesi Yasak Aşk^^ Bazı tabirler korkunç.
Film 2003'te Doris Lessing'in yazdığı The Grandmothers adlı kısa öyküden uyarlanmış. 2007 Sundance Film Festivali'nde de aile değerlerine ters düştüğü için epey yankı uyandırmış bir hikaye.
Misillemeden aşk doğar mı? Ya da misilleme üzerine yaşanan şeylerden büyük ve duvarları yıkacağı bilinen bir hayat yaratılabilir mi? Yanlışlar kime göre ve neye göre yanlıştır? Ve en önemlisi bütün bu sorulara cevap arayacak ne yaşamış olabilir insanlar?
Kendimize kurduğumuz planlar, hayaller, ilkeler hep aynı çizgide sonsuza kadar gitmeyebiliyor bazen. Dünyanın en normalize hayatını kendinize çizgi belirlemişken çok bombastik(!) bir hayat yaşayabiliyorsunuz.
Hayat sürprizlerle dolu ve bazı aşklar "yalansan yalanı severim"den daha küçük değil.
The Lake House'dan sonra hayatımı burada geçirebilirim dediğim bir kocaman film daha... Bazı mekanların ve mevsimlerin ömrü uzattığına; insanı ne yaşarsa yaşasın huzurdan koparmayacağına tüm kalbimle inanıyorum.
Çocukluklarından beri yan yana evlerde yaşamış iki çok yakın kız arkadaşın hayatına misafir oluyoruz. Hayatları birbiriyle paralel giden arkadaşların birinin hayatındaki bir değişiklikle tüm devran dönüyor. Yanlışlar içinde yuvarlandığınızda en yakınınıza bakıp omzunuzda elini aramaz mısınız sizde? Yanlışsan da yap der gibi, arkandayım gibi... Çünkü elimizde örneği olmayan şeyleri yaparken doğru mu yanlış mı diye net bir karar verip çekip kapatamayız konuyu. Sonuna kadar yaşamalı, olacaksa da biz örnek olmalıyız gibi.
“Lil, onlara bak. Bunu biz mi yaptık. Çok güzeller. Genç tanrılar gibi.”
Filmin sonuna kadar hikayenin içinde olmayı diliyor insan. Bazı duygular oldukça havada, izleyen için bile emin olmayı sağlamıyor. Sadece yüzlerine bakıp 100 dakika boyunca olayın akışını idrak etmeye çalışıyorsunuz. Daha önce bir örneğiyle karşılaşmadığımız şeylere tanık olurken aynen böyle oluyor; sadece idrak etmeye çalışıyorsunuz ^^
Mutlu olma kararını verip mutlu olamamak. Aslında verilen kararın mutlulukla hiçbir ilgisi olmadığının farkında olarak çevre sakinlerini inandırdığını zannedip kendini yatıştırmak gibi bir hal, kısacık.
"Artık eminim, sonsuza kadar yan yana olmalıyız."
Anna Scott, esas kızımız. Dünyaca ünlü bir film aktristi olarak o çok dramatikleştirdiği hayatında William ile karşılaşıyor. Bazı karşılaşmalara sadece şapka çıkartıyorum. Hugh Grant'ın Anna'ya vurulma donukluklarında o kadar gerçeğe kapılıyorsunuz ki, sanki her şey gerçeğin ta kendisi. Sanki her şey mutlu! İki insanın birbirine gel gitlerini, kapılmalarını veya birbirlerinde boğulmalarını konu alıyormuş gibi aktarılan filmlerin özünde tüm oyuncuların hayatlarına bir tık dokunuyor olmaları beni her zaman mutlu ediyor. Yani aslında sadece aşk yok, her şey var. Herkes her şeye rağmen mutlu olabiliyor. Yine mutlu mu dedim ben?
Evren bazen bizimle alay ediyor, asla yapmam dediğimiz ne varsa yaparken buluyoruz kendimizi. Bile bile zorluyoruz çoğu zaman. Kalbimizin bir kez daha kırılmasının üzerine iyileşmeyeceğinden korksak da anların bizi iyileştireceğine sığınarak kayboluyoruz. İyi ki de öyle oluyor.
"İyi rol yapan bir aktrist olabilirim. Ama bir erkeğin karşısında durup, beni sevmesini isteyecek kadar da basit bir kızım."
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.