"Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Bu kadar samimi tanımlara bayılıyorum, birbirini saplantılı bir şekilde seven Bonnie ve Clyde'a ayrıca bayıldım. Eski filmlerin en değişik hissettiren özelliği de oyuncuların şu anki hallerine bakabiliyor olmak, Warren hala çok yakışıklı. Faye Dunaway ise hala güzeller güzeli.
Döneminin en cesur filmi diye bahsediliyor Bonnie and Clyde'dan. Gerçekten de öyle, hissettirmek istenilen ne kadar duygu varsa on katını hissettim. Amerika'nın ünlü hırsızları karşılaştıkları ilk andan itibaren suç işlemeye başlarlar. Karşılaştıkları ilk an anlarlar, hayatlarının en yaşanılası dönemlerini beraber yaşayacaklarını ve sonsuzluğa beraber yuvarlanacaklarını. İşledikleri suç zincirleri arasında siz de varmışsınız hissine kapılıyorsunuz.
Clyde'ın Bonnie ile sevişmeyip yataktan doğrulduğu sahnede, düşünceli düşünceli bir köşeye sığınmasına içerlemekten beyin hücrelerim vefat etti. Nasıl olurdu da aşk kurtaramazdı insanlığı hep hayret ediyorum, Bonnie ve Clyde'ın hikayesini en az benim kadar seveceksiniz. Kaçış hikayelerini hep sevmişizdir zaten ama bu kaçışa ekledikleri aşklarına elbette tahammülsüzce bayıldım. Bayılacaksınız eminim.
Hırsızlık, gelişi güzel gelişen suçların daha çok kaçma durumunu ortaya doğurması sonucu hızlıca sona yaklaştığınızda aklınızda hep o cümle kalacak; "Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Sık sık olur ama etkisi uzun sürenler her zaman ayrıdır, yine bir filmi herhangi bir organımla sarmalayıp rafa kaldırmış gibi hissediyorum. Asla ortası yok ya çok seveceksiniz ya da hiç sevmeyeceksiniz. Ama bence çok seveceksiniz, bana güvenin. Dell'in "You Broke Me!" diye bağırdığı sahnede bıraktıklarınızla. "Karşındakinin canını yakacağını bilerek bazı tercihlerde bulunabiliyorsan bu, aşk değildir."
Filmde fazlaca hınzırlıklar dönüyor, farkına vararak izlemek gerek. Baştan sona akıp giden bir hikaye değil, bir oradasınız bir burada. Rüyalar gerçeklerdir aslında, çoğu zaman yaşamak istediklerinizi görürsünüz, yaşadıklarınızı belki de yaşayacaklarınızı. Uzun zaman sonra değil yaşadığınız anların bir dakika sonrasında yaşadıklarınızın sizin için bir hatıradan başka bir şey olamadığını bilmeniz gerekiyor.
Paralel evrende hareket eden Comet'in bir tarafta işleri karıştırırken diğer tarafta Kimberly ve Dell çiftine dillere destan bir aşk yaşatıyor. Filme dair sizlere söyleyebileceğim en net ifade, izlemeniz gerektiği.
Değişeceği sözünü veren ve hiçbir evrende değişemeyen Dell gibi. Bir kızın 20'li yaşlarını çalmanın kötü olduğunu iddaa eden Kimberly gibi. Sürekli yastığın soğuk tarafını çevirip uyuyan Kimberly'nin ilişkilerini bu durum gibi hangi durumda deneseler de bir yön değiştirdiklerini söylemeleri gibi. Olmuyor gibi, keşke olsa der gibi. Keşke böyle olmasaydı der gibi. Belki de hepsi rüyadır gibi.
Geçtiğimiz sene izlediğimiz muazzam eserlerden, Dallas Buyers Club'ın muazzam yaratıcısının imzası var filmde. Her afişini gördüğümde Into the Wild üzerine izlenebilecek bir yol filmi olmadığından başka bir şeyi düşünmüyordum, filmsiz kalınca izlemeye başlanılan ve sonrasında filme haksızlık ettiğimi düşündüğüm şahane bir akşam geçirdim.
Cheryl ve gözlerini kapatmadığında bile gözlerinin önünden gitmeyen anılarıyla dolu hayatı, aslında bir yol filmi de değil. Baştan sona bir kaçış hikayesi, kendini bulmayı çabalama.
Annelerimiz, hepimizin hayatlarının baş karakteri. İlk aşkı, kollarında asla sevgisiz hissetmeyeceğimiz bir sıcaklık. Yok olmalarının ardından ne denli sarsılacağımızı bile kestiremediğimiz ancak yok olduklarında görebildiğimiz, bu evrende başımıza gelen en güzel şeyler. Cheryl'nin annesini kaybetmesi üzerine asla annesinin tanıdığı bir kadın olmamaya başlamasını anlatıyor.
Kendisini çok seven bir eşinin olduğunu ancak bazı durumlarda kimsenin kimseyi olduğu durumda kabul etmeyeceğini hepimiz gibi Cheryl de biliyordur. Hayatın sizden aldıkları sonucu size kattıkları oldukça önemli. Daima sizden götürdüğü şeyler olduğunda koca bir üzünç durum kalıyor geriye. Annesini kaybeden, bu durum sonucu kocasını, hislerini, aşkı, kişiliğini, sorumluluklarını kaybeden Cheryl'nin kaçış hikayesine ve sonrasına bayıldım.
"Sinirlerin önüne geçerse sen de sinirlerinin üzerine çık."
Çok sıradan, günde en fazla temas kurduğumuz duyu organımız; gözler üzerine kapanmış film. Bana kalırsa öyle tabii ki, ilk bir saati sonraki kısma tercih ederim ama sizce de "gözler" önemliyse izleyin.
Hangi açıdan bakarsanız bakın sizin de gördüğünüzde tanıdığınız bakışlar vardır, eminim. Moleküler biyolog Lan Gray insan gözünün evrimine dair bir araştırma peşindedir. Bu sırada bu gözleri dikkatlice inceleyin dediği Sofi ile tanışır. Allahım, Astrid güzelliği diye bir şey var bu dünyada.
Asansöre her bindiklerinde birbirleriyle bir şekilde etkileşime geçen bu ikiliye bayılacaksınız, Sofi'siz.
"İki kişinin birlikte olması gerekiyorsa, bir şekilde yolunu bulur ve bu eninde sonunda gerçekleşir. Aşık olmak için o kişinin sana uygun olmasına gerek yoktur. Bir anlık olur, gelir ve artık dünya başkadır. Ölüm ise çok basit, bir nefesi alıp geri verememek kadar kısa, hayat bazı şeylerin tadını damağında bırakır, tadını alırsın ama ona sahip olmanı istemez. Hayatımıza dokunan her kişinin de aslında bir sebebi vardır."
Bilim bir inancı yıkabilir mi? Peki bir inanç bilimi yıkarsa neler olur?
"Bir kuş hayatının aşkıyla tanıştığı zaman hem sevinir hem de üzülür. Sevinir çünkü onun için bu bir başlangıçtır ve üzülür çünkü çoktan bunun sona ereceğini biliyordur."
Benim odaklandığım noktaları belli, geri kalan kısmıyla fazla ilgilenmemek gerekiyor. Çok fazla beklenti ile de karşısına oturmayın ama zamanınızı harcayacak bir film değil. Bir insana aşık olduğunuz ve onu unutamadığınız zaman size ek tüm ilim ve fen tıkanır.
Ünlü fizikçi Stephan Hawking'in akıl almaz mücadeleleriyle devam ettirdiği hayatını beyaz perdede izlerken nasıl davranmanız gerektiğine şaşıracaksınız. Mücadelesinin başrol oyuncusu elbette karısı Jane Wilde.
- Tanrıya inanmadığınızı söylediniz. Size yardım eden bir hayat felsefeniz var mı?
- Yüz milyon galaksinin arasında bir dış mahallede daha küçük bir gezegende ortalama bir yıldızın etrafında dolanan gelişmiş primatlar olduğu gayet açık. Ama medeniyet doğduğundan beri insanlar dünya düzeninin altında yatan bir anlayış için yalvarıp durdular. Evrenin sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı... Ama sınır olmamasından daha özel ne olabilir? İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız. Hayat ne kadar kötü görünse de, her zaman yapabileceğin bir şey vardır... Nefes aldıkça umut vardır…
Lisede tanışıp birbirlerini sevdiklerine karar verdikten kısa bir süre sonra Hawking'in yakalandığı hastalığı onu yalnızca iki yıl yaşatacağını öğrenirler. Hawking'in yanına gelen herkese yalnızca 'GİT!' dediği sahnelerde yutkunmakta fazlasıyla güçlük çekeceksiniz. Kendi özgür iradesiyle hareket dahi ettiremediği bir bedeniyle başardığı mücadelenin ne kadar kıymetli olduğu ortada kalacak. Filmde Hawking teorilerinden daha fazla ortaya koyulan bir eş faktörü var. Jane, olmasaydı belki de hiçbir şey olmazdı. Umutsuzluğa kapılıp kara delikte yok olurdu belki Hawking.
Filmin vurucu sahnelerini görmenizi o kadar çok istiyorum ki. Hastalığa yakalandığı ilk an yere kapaklanması, çocuklarıyla oyun oynarken evdeki tüm eşyaları yıkıp geçmesi, karısına duyduğu aşkı yalnız bakışlarıyla anlatabilmesi, kaşık çatal kullanamaması. Her şey, her şeyin filmi bu.
Kadınlar tarafı olarak, sevdiklerimizle farklı yollara saptığımızda ya da kırgınlıklarımızı içimizde yaşadıkça kendimize fiziksel değişiklikler yaşatmıyor muyuz? Saç boyamak, kestirmek; kilo alıp vermek gibi... Yanlış anlaşılmasın bunun üzerine bir hikaye yok burada. Ama trajikomik bir şekilde biraz tersi olabilir.
İnsanın ben kendim gibiyim demek için illa isyan etmesi gerekmiyor tabii ki ve Caroline'de biraz eğreti duruyor sanırım, sevimsiz kız. Edepsizliği ise; bu sevimsiz tavırları, gittiği kasabanın sakinlerine bulaşınca tamamen baş gösteriyor. Kendi olacak diye iki hayatı birden yıkıma uğratması biraz hazmedilmeyici bir durum, haksızlık tam olarak. Gelgelelim yakışıklı öğretmenim gerçekten çok iyi, tabii ki yaptıklarından sonra ve aşkından ölmeden önceki haline kadar. -Yanlış değil, kendimden parça bulmazsam ölürdüm.- Kızımız bütün kurallara, olurlara karşı olmayı hayat mottosu haline getirmiş.Ve tabii ki duygusuzluğu da... Hayatına soktuğu erkeklere karşı doyumsuzluğu, umursamazlığı onu vazgeçilmez kılan bir özellik sanıyorum. Kendiniz gibi yaşayın, demenin eğreti bir vücut bulmuş hali. -Bana göre-
Kendini ötekileştiren kaybeder mantığıyla izliyoruz biraz sanırım ya da bende durum buydu. Aslında yönetmenimizin istediği biraz da diğer taraftan bakabilmek, kendinizi hiç başkasının yerine koymuyorsunuz, diyor. Tuhaf olaylar da yok değil film boyunca, biraz kurcalayınız. Gerçekten hayaller aleminde hikaye. Filmde arka planda uyuşturucu, katiller ve baskıcı bir toplum yatıyor fakat merkezde buraya yeni yerleşen özgür ruhlu bir kız, Caroline, var.
Caroline de yer yer "Hayatımın ana karakteri benim, başkası değil" diyecek.
Son sahne her şeyi özetleyen ve Caroline'in sözlerinin derin anlam kazandığı bir anı olacak.
Pazartesi sendromu mücadelenizi bitirmeye yakın akşam yemeği sonrası düşünmeden başına geçebileceğiniz harika bir gençlik filmi. Genç olmanın büyüsüne kapılamayacak yaştalar, farkında değiller hepimizin olamadığı gibi. Kendimi oldukça yaşlı hissettiğimden böyle konuşuyorum yaşla alakası olmayan bir dönemden geçiyorum. Büyümüyorum, yaşlanıyorum.
Andie Walsh okulun oldukça başarılı bir öğrencisi. Sadece okulda değil evde de babasını bu kadar güzel toplayabildiği için koca bir övgüyü hak ediyor. Babaları toplamak en zorudur oysa ki. Okul sonrası hayatına katabildiği tek renk, çalışmak.
Bana kalırsa filmdeki en büyük başarıyı Andie'nin çocukluk arkadaşı Duck hak ediyor. Tabii Andie'ye beslediği tek taraflı duygularıysa ayrı bir gülümsetiyor insanı. Andie'nin sonunda kalbini birisine kaptırmış olmasına sevinirken karşı tarafın alt sınıf insanlarla mücadele etmelerine koca bir öfke doğuyor içinizde. Bakalım onlar mücadelelerinde mutlu oluyorlar mı?
Sürekli pembe giyen, kıyafetlerini kendi tasarlayan Andie'nin hayatına misafir olmak sizi gerçekten sevindirecek. Üzerinizden tüm hafta yaşayacağınız yorgunluğu çekip alacak bir kere bu kadar güzel soundtrackları olduğu için bile izlenebilecek filmlerden.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.