Tom Cruise'un, "Heey, ben Tom Cruise'um " dediği film.
Takatinizin kalmadığı; yorgun olduğunuz veya aklınızda başka düşüncelerin olduğu anlar bu filmi izlemek için uygun değil. Dağıtıyor.
Bilimkurgu filmler arasında aşk için olabilecek, en azından benim kabul gördüğüm en iyilerden.
"David, open your eyes."
Bir anda yüzünüz düşecek belki. "Hayır ya,nasıl? Olamaz değil mi? Eğer olduysa kötü çünkü" filmi.
"David zora geldiği zaman kaçıyor mu?
Sophia ne zamana kadar varoldu?
Julia'dan tedirgin olmakla haklı mıyız?" filmi.
-Bize bir bak.. Ben kaldım; sen öldün. Ve ben hala seni seviyorum.
-Bu bir sorun.
filmi.
Size asla canımın istediği gibi anlatamam, kendi gözlerinizle bakmalısınız. Güvendiğiniz şey; tek bir özellikse eğer, bu kötü. Çünkü onu sizden aldıklarında saldırganlığın beraberinde güçsüzlük kaplıyor dünyanızı. O, size yanlış yaptırıyor.
Sakin olun; 'gözlerinizi açın'.
" Belki ikimizin de kedi olduğu bir hayatta seni tekrar bulurum. "
" Bu duyarsız ve yitip giden küçük dünyanın onun yanında ne gibi bir önemi olabilirdi ki? "
Betty, sarıp sarmaladığı duygunun içinden bir türlü sağlam çıkamayan; sinirine yenik düşen, deliler gibi aşık ve asla yaşadığı dünyanın içinden çıkıp sahip olduğu şeylere tam anlamıyla kucak açamayan güzeller güzeli karakter. Her zaman böyle değil midir zaten, içinizde yaşadıklarınızdan kimsenin haberi olmaz çoğu zaman.
Zorg, Fransa'nın bir sahil kasabasında, bungalovların bakımı ve gözetiminden sorumlu ikinci karakterimiz. Yaşadığı yerin sessizliğinden mi, sessizliğe bu kadar erken ihtiyaç duyuyor oluşumuzdan mı bilmem tek kelimeyle bayıldım. Betty ise Zorg'un tenine yamayıp asla ayıramayacağı, hayranlık duymak için sürekli daha önce ortaya çıkmamış huylarını keşfetmeye çalışmasıyla bazı aşkların çaresizliğini çok güzel hatırlatıyor.
Ne kadar incinebilirler diye düşünürken anladık ki en fazla ne kadar incinebilirler ise o kadar incinmişler. Koca bir tutkunun size neler anlatmak istediğini en sonunda anlıyorsunuz, tarifsiz. ve
" Sürekli gülümsüyor olmak, mükemmel bir hayata sahip olmak demek değildir. "
Tür: Dram, Gizem, Gerilim
IMDB: 7.1/10
Yönetmen/ Senaryo: Christoforos Papakaliatis
Oyuncular: Christoforos Papakaliatis, Maria Kalogirou, Maro Kontou
Eminim çoğu kişi beynini sırf "Acaba şöyle olsa daha mı iyiyidi?"
"Hiç tanışmasaydık böyle mi olurdu?" "O gün şu olsa nasıl olurdu?" vb şeylerle yoruyordur.
Pişmansanız ya da mutsuzsanız olur, bilirim. Savunma mekanizmaları böyle durumlarda diğer günlerden daha fazla çalışır. Kendinize yeni hikayeler ararsınız ki final mutlu sonla bitsin.. Çünkü aksi bir duruma tahammülümüz yok; hikayeler hep mutlu bitmeli.
Bu film de işte size bunu gösteriyor. Christian ve Dimitris bizlerin düşüncede bıraktığı bu ihtimalleri birebir yaşıyorlar.
Ne mi oluyor?
Kaderden kaçamıyorsunuz; karşı koyamıyorsunuz. O, olacaksa oluyor ve siz, yaşayacaksanız yaşıyorsunuz.
Ya bir savaşın ortasında gözleriniz toz pembe görüyor ya da toz pembe bir hayattan savaşın ortasına atıyorsunuz kendinizi ki bu sizin seçiminiz.
Dönem olarak yakın zamanda bizim de tanık olduğumuz Yunanistan büyük kriz dönemi seçilmiş. Çünkü yaşanan bazı olaylarda bu ekonomik tufanın payını da yok değil. Fakat çok belirgin işlendiğini söylemek çok da mümkün değil. Sizi kriz konusuyla boğmayacak hatta şöylece bir duyup geçeceksiniz belki. Bu konu üzerine yürütülmüş fakat sizden asıl beklediği kaderi sorgulamanız, kadere nasıl inandığınız..
"İlişkiler cesaret ister" diyor ki en çok desteklediğim cümleydi bu.
Aynı anda dört kişilik düşüneceksiniz hazır olun. Kurtarmak istediğiniz ya da başlamak istediğiniz ilişkileriniz var. Ve bunlar zamanında olmalı aksi takdirde zaman elinizden her şeyinizi alıyor.
İyi seyirler.
Yazar: Ecem Akanur
2012, François Ozon; gerilim-gizem filmi..
Fransız filmlerini bir başka sevdim. 'Başka bir yakınlık' bu. Bir de şu gizem türü filmler, beni etkiliyor.
Sanırım filmin daha başında, olayın geçmiş olduğu yerin adı beni cezbetti. Gustave Flaubert Lisesi; yani Madam Bovary'nin yazarının adı. Bu eseri seven biri olarak tebessüm ettirici bir kareydi.
Germain bu lisenin Fransızca öğretmeni; kendisi birçok kez yazmayı denemiş ancak başarısız olmuş. Claude ise onun 16 yaşındaki öğrencisi ve yazmaya çok meraklı; yetenekli. Her şey Cloude'un sınıf arkadaşı olan Ralph Bafa'nın evine; ona matematik çalıştırmak için misafir olmasıyla başlayacak. Cloude başka hayatları seviyor; içlerinde olmayı da. Ve bu misafirliklerini Germain'ın ona verdiği kompozisyon ödevlerinde anlatmayı tercih ediyor. Bu normal geliyorsa bile tek farkı 'Devamı Gelecek. .' yazı dizisi olarak yapıyor bunu.
Germain ise bu yeteneği farkediyor ve öğrencisini yazmaya cesaretlendirmekten fazlasını yapıyor; sınırlarını aşıyorlar ve bu başlarına iş açıyor açıkçası. Yazıların lezzeti Germain'e yaptıklarını farkettirmiyor, yapılanları; işin boyutlarının nereye ulaştığını görmüyor zira.
Gerçekle hayal arasında sıkışıyorsunuz izlerken. Sizi içine katıyor ve birileri yanlış yaptıkça geriliyorsunuz; kendiniz sürekli kafanızda senaryo yazıyorsunuz. Bir Cloude oluyorsunuz bir Germain. Bazen Bafalar'a gidip Ester'i konuşturuyorsunuz. Ya da bazen bunları tam yapmıyorsunuz çünkü Germain olur olmadık bir anda dalıp uyarıyor sizi ve her şeyi baştan düşünüyorsunuz. Öyle olaylar zincirinin ortasına düşüyorsunuz ki siz gerilmekten fenalık geçirirken bir de bakıyorsunuz kimse Cloude'un gürültüsünü duymuyor.
Ve dile getirilemeyen nicesi...
Tam anlamıyla çok lezzetli bir filmdi benim açımdan. Başkalarının hayatları üzerine oturtulmuş etkili filmlerden biri.
Bu o filmlerden; hani birçok farklı finalle kapatabildiğiniz belki..
Bir bakın bakalım siz nasıl bitireceksiniz. Parçaları birleştirerek mi; ayırarak mı?
Park Chan Wook'tan 2003 Cannes büyük ödüllü Kore yapımı efsane..
Filmin başında sarhoş ve bir o kadar da çok konuşan Oh Dae-Sou bir daha çok konuşmayacak. Çünkü bir kere başına bela olan 'dili' bir kez daha bela olmasındı. Bu kadar, basit.
15 yıl işkencevari bir şekilde sebebini bilmeden dört duvar arasında tutuldu. Hayatının çoğu karesini hipnotize yaşadı. Eşi ve çocuğu ondan alındı.... Bu kadar, tuhaf.
Bu film şudur: Bir intikam daha kötü nasıl alınabilir?
İntikamı alacak olan kişi; ilk etkilenen mi, son etkilenen mi?
"İster kum tanesi olsun, ister kaya. İkisi de aynı şekilde batar suya".
Yalvarış nedir; görmemişsiniz, görmeyin de. Ama Yalvarış nedir, sonuna kadar yaşayacaksınız. Bir 'köpek' gibi yalvarmak nedir, hissedeceksiniz. Bu kadar, zor.
Tam intikamınızı alacağınızı düşünürken bir tuşa basarsınız ama aslında kendinizi tam kalbinizden vurursunuz. Bunu anlayacaksınız. Bu kadar, sağlam.
Daha önce Vivaldi dinlediniz mi? Belki bundan sonra kulağınıza sesi geldiğinde 'dişleriniz' aklınıza gelir.
Ben filmin odak etkisiyle kulaklarımı çokça yerde müziğe kapamışım ne yazık ki, ama siz daha duyarlı olun.
Bu kadar da çok yönlü.
"Yalnız insanlar karıncaları düşünür çünkü onlar koloni halinde yaşarlar".
"Bir hayvandan daha aşağı olsam bile benim de yaşamaya hakkım yok mu?"
- Kız kardeşim ve ben her şeyi bildiğimiz halde sevebildik, siz, aynı şeyi yapabilir miydiniz?
-...
-BOOM!
Son sahnede bir bakın, yapabilecek mi?
Sahi, unuttu mu?
Yazar: Ecem Akanur
Tür: Gizem, Dram, Savaş
IMDb: 8,2
Yönetmen: Denis Villeneuve
Denis Villenuve'in Kanada, 2010 yapım filmi Incendies; Wajdi Mouwad'ın aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanmış bir film. Sakın tasalanmayın zira bu durumu hiç belli etmiyor.
Gelelim İncendies' in 'içindeki yangınlara' :
Lübnan iç savaşını, Hristiyan-Müslüman çatışmasını konu alarak "siyasi mesaj" vermeden başrolümüz Nawal Marval'ın yasaklı hikayesini anlatıyor.
Film sonundaki "hayır, olamaz" haykırışlarınıza rağmen belirtmek isterim ki bu gerçek bir hikaye. Nedense bende önemli etkisi olmuştu; birinin hayatına sonradan da olsa dahil olmak demek bu, onun yaşamına tanık olmak gibi.
Nawal Marwan, şarkı söyleyen kadın, hem de her şeye rağmen. O, sırtı dünyaya; yüzü toprağa dönük gömülmek isteyen bir kadın aynı zamanda. Bunu isteyecek ne yaşamış olabilir, öyle değil mi?
Tek bir isteği var oysaki: o öldükten sonra ikiz çocuklarının Lübnan'a dönüp abileri ve babalarını bulmaları ve onları, kendi yaşadığı sancılı yıllarla yüzleştirmek.
Abileri ve babalarını bulacak ikizlerin, annelerini ne kadar tanıdıkları aslında meçhul olan.
İzledikten sonra eminim içiniz yanacak; tüyleriniz ürperecek ve yok artık diyeceksiniz.
'Bir artı bir'in nasıl 'bir' olduğunu Jeanne'nin yüzünde göreceksiniz.
Ve bir de Like Spinning Plates ve You and Whoose Army' yi Radiohead sesinden Nawal olarak dinleyin.
Bilin ki, "Ölüm asla bir hikayenin sonu değildir, daima bir iz kalır."
Yazar: Ecem Akanur
Sahip olduklarımın değerini bilmekte en becerikli olduğum konu arkadaşlarım. Yatıp kalkıp varlıklarına şükrediyorumdur, gizleyemem. Mutluluğun saydamlığından eminim ama yanımda her daim var olmalarını ancak saydamlık konusuna inandığım kadar çok istiyorum. Ecem, dünyanın ikinci filmisyeni. Hayatıma katıp karıştırdığım ilk filmisyen. İyi ki var ve daimi Léon hayranı. Üzerine tanımam kimseyi, iyi seyirler.
Tür: Dram, Gerilim, Suç
IMDb: 8,6
Yönetmen: Luc Besson
Leon the professional. Luc Besson'dan 1994 yapımı vazgeçilmezler filmi.. Fransa da geçen bu film ayrıca Natalie Portman'ın ilk filmi.
Leon; en iyi 250 film arasında 27. gösterilen ve İMDB'den 8.6 almış bir film. Sayısal veriler, istatistik ve klasik beğeni kısmını bir yana bırakıp Leon'u hislerle anlatmak isterim.
İlk aklıma bu sahne gelir:
Yatağa sırt üstü uzandı; el kadar kocaman kalbiyle, o koca adama: "Leon, sanırım sana aşık oluyorum" dedi.
Hiçbir şeyi unutmayan küçük kız, Leon'u da unutmayacaktı. Mini minnacık kalbine sığdırıvermişti Leon aşkını. Kocaman 'aşkı' idi, yani en azından Mathi öyle söylüyordu.
Küçük bir kızdı Matilda. Leon ise çok büyüktü. Kahramandı ve en önemlisi kahramanıydı Matilda'nın. Bir minik kalbin kocaman aşkıydı.
Kime ne denli üzüleceğinizi bilmediğiniz süt içen iki insandı Matilda ve Leon. Tony dahil, içerek 'temizlik' yapıyorlardı kendilerince muhtemelen.
Karanlık işler sürdüren babası, kötü yoldaki üzey annesi, anlaşamadığı kötü bir ablası ve yalnızca dört yaşında suçsuz kendine en, öz erkek kardeşiyle bir apartman dairesinde yaşıyordu Matilda.
Ve bir gün Leon'a süt alırken tüm ailesi katledildi. O Leon'una sığındı.
Aşkı da, nefreti de intikamını da Leon ile birlikte tattı.
Her filmin farklı bir ruhu vardır ya hani.. Leon da benim 'gözümle bir sahnesi görüp' derin duygular hissettiğim o filmlerdendir. Öz düşünceye gelirsek , Leon aslen bu duyguları hiç tatmamış biri ve her ne kadar film boyunca onu sevseniz de o bir kiralık katil ve aslında çok tuhaf biri. Yatmadan uyuyan, ve tek arkadaşı o ellerinde gezdirdikleri bitki. Bu tarz hislerini kaybetmiş biri ta ki Mathilda ile tanışana kadar.
Mathilda ise sık sık aşktan bahsedecek size; e onun sorgusunu siz de bir yapın derim. Asıl nokta; filmin son bölümlerindeki masumiyet... İşte o içinize işlediği an artık kendini size tekrar tekrar izletecek.
Not: Gary Oldman'ı çok psikopat bulalcaksınız.
Belki Shape of my heart' bilmezsiniz.
'And if I told you that I loved you. Youd maybe think there's something wrong..'
'Ve eğer sana seni sevdiğimi söyleseydim; bir şeylerin ters gittiğini düşünebilirdin..'
Matilda olsaydı şimdi, o da bu kısmı özellikle söylerdi. Zaten sonrasında sustular, kimse bir şey demedi.
Ama ben Leon'dan sonra bir kere daha o kulağımı meşke getiren tınıyı dinlerken Leon'un yalnızca bir film olmadığına kanaat getirdim.
Sonuç olarak üzgünüm belki sizler benim Leon'da gördüğümü ve bulduğumu göremeyecek ve bulamayacaksınız ama O, 'bazı' filmlerden. Arşivlik.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.