"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Buradan bakınca çoğu film severin gözünden sevilmediğini görebiliyorum, siz gerçekten bir filmi sadece zevklerinize hitap etmesinden dolayı mı seviyorsunuz?
Eğer durum böyleyse kimse sevmeyeceğini düşündüğü bir filmi izleyip kendisini o filmin kötü olduğu fikrine alıştırmak zorunda değil. Sizin iyiliğiniz için ufak bir öneri.
Güzel giriş, baya havalı duruyor!
Jeanette gibi öfkeli. Her şeye sessizce bağırıyor gibi. Duygularınızın silinmesine sebep olan bir tür ruhsal mücadelenin tek sebebi yanınızdaki insanlar olmayabilir, bazen tek sebep siz olabilirsiniz. Zaten geriye dönüş durum değerlendirmesinde kaçımız yorumsuz gözümüzün önüne getiriyoruz ki yaşadıklarımızı?
"Denemezsen hiçbir yere varamazsın."
Kendisi gibi sessiz bir oğlu var Jeanette'nin. Mücadelinin ortasında kendi kendine çırpındığını fark edecek kadar büyük. Bazen işler tersine gidebilir ve ebeveyn siz olabilirsiniz. İlla çocuk doğurmanız gerekmiyor ki, anne babanızdan daha olgun davranmanız gereken ufak bir zaman mutlaka uğrar, uzun süreceğini anladığınızda da Joe gibi donuk bakarsınız etrafa. Nereye baktığının önemi olmadan, gördüğün şeyi görmemek için göz kapakların açık kapatırsın gözlerini. "Uyanmam gerek gibi hissediyorum ama neyden uyanacağımı bilmiyorum. Neye uyanacağımı da."
Başarılı bir golfçü olan Jerry Brinson'ın işten atılmasıyla başlıyor tüm iç hesaplaşmalar. Tüm aile bireyleri Jerry'nin mücadele veremeyeceğini anladığında kendi yönlerine doğru yol alıyorlar. Bu zamana kadar tüm kontrolü Jerry dünyasına bıraktıkları ve huzurları kaçmaması açısından kabuklarını kırmadıkları ne kadar davranış varsa gün yüzüne bırakıyorlar. (Jerry kötü bir adammış gibi yansıdı, Jerry tanıyamayacağım kadar az oynuyor.) Sadece bundan sonrasına Jerry ile devam edemeyeceğine karar vermiş, mutsuz ve gölgede kaldığını düşünen bir kadın gibi davranıyor diyelim. Bu kısımda tüm Jerry'ler kötü olur. İnsanın en büyük sınavı da kendi farkına vardığında ne yapmaya karar vermeye çalıştığı süreç. Onu nasıl değerlendirdiği çok önemli.
Anlık mutluluklarınızın peşini bırakmayıp, kendinizi kestirme hazlarla mutlu etmekten uzak, gerçek başarının peşinden koşarken kendinizi fark ettiğiniz o muazzam çizgiden ayırmayarak bir de Jeanette'ya karşı ön yargısız izleyiniz.
Bu konuyla ilgili bir film izlemek istiyorsanız Gone Girl izlemelisiniz; izlediyseniz de kalbiniz kırık ayrılacaksınız filmden. Çünkü bu "e ben zaten bunun daha iyisini görmüştüm" filmi. Daha hafif, havada ve çerezlik 1.0. version. Yine de Blake Lively hatırına sanırım her şeyi izleyebilirim, olduğu her şeyi güzelleştiren bir kadın benim için. Film için kendi profilinde bile aylarca o tarzda kıyafetleriyle poz verdi, türlü davetlere katıldı ki kendisine ne giyse yakıştırıyor orası ayrı, çabası alkışlanabilir^^
Filmde her şey var ve bu çok iyi bir şey değil. Dışarıdan yemek sipariş edenler de bilirler ki bir restoranda her şey varsa oradan çok da ümitli olmamak lazım. Her şeyi göze alarak zamanınızı geçirmek gözünüze güzellikler sunmak kafayı da yormayacağınız bir 117 dakika arıyorsanız hemen açabilirsiniz.
Savaşın ve barışın ikiz kardeş olduğu, gizemin aklımızın pek yetmeyeceği, gözümüze yaşanması pek mümkün gelmeyen halinin tavan yaptığı film. Tüm kötü geçmişini sileceksin ama bir daha asla fotoğraf çekilmeyeceksin deseler biz istemezdik herhalde. Ne demek o suitlerle instagrama #todayoutfit hashtagiyle fotoğraf paylaşmayacağız? Hele ki Emily Nelson (Blake Lively) iseniz çok zor. Karşısında ise filmin saint'i Anna Kendrick var ki kendisini şu filmden biliyoruz.
Sonuç olarak filmde plot twist yapılmak istendiyse olmamış daha çok ne alaka twist olmuş ama hiçbir şey göründüğü kadar mükemmel değildir 'in filmi diyebilirim. Dışarıdan gördüğünüz harika karakterler, arkadaşlıklar, ilişkiler, sevgiler hangi yalanların içinde büyüyüp gidiyor bilemiyorsunuz. Bu hayatta her şeyin bir bedeli var. Kimini hemen ödüyorsunuz kimi intikam gibi uzuuun süreler sonra... Dışarıdan 'azize' kimlikli görünüyor bile olsalar insanların içerisinde ne tür hinlikler barındırdığını da bilemiyorsunuz. En büyük varlığınız ailenizse ve siz onu 'küçük bir rica' ile yakınlarınıza bırakıyorsanız yaşanılacak tüm kırıklıklara da davetiye çıkarabiliyorsunuz. Son olarak sigorta bedeli sen nelere kadirsin diyor ve sizi filmle baş başa bırakıyorum.
Birbirleriyle kesinlikle geçinememiş iki kardeşin bir tesadüf sonunda yeniden bir araya gelmeleriyle başlıyor muhteşem talihsizlikler serüveni. Altan ve Nuri, bana kalırsa hiç ayrılmamaları gerekirmiş. Gerçi bana kalırsa neler neler olması gerekliydi de işte.
“Bilemiyorum Altan, bilemiyorum”
Doğal ve samimi filmlerimiz arasında çok rahat yer alabilecek, izledikçe eskimeyecek. Her defasında da aynı hissettirecek eminim. Sanki film gibi değil de ekranda akıp giden gerçek anların canlandırması ya da öyle bir şeyler. Sonuçta her şey güzel olacak; tüm insanlığın inanmak istediği ama buruk bir şekilde inanmayı ertelediği tesellimiz.
”Bir barı açıyorum, iki Ayla’yla aramı düzeltiyorum, üç babamı da yanıma alıyorum. Olay bitmiştir.”
Bir şeyler sürekli kötü gidiyormuş gibi olacak, gitmek zorunda. İşte o zaman sürekli kulağınızın dibinde, "bilemiyorum Altan" diye fısıldayan birisi olmalı. O varsa zaten bir adım öndesiniz. Bilirsiniz düştüğünüz her an elinizi uzattığınız yerdedir. Sizi ondan başkası kaldıramaz, kendiniz bile. Bunun bilincinde olmanız daha rahat hata yapmanızı sağlar. Hatalarla büyümüyor muyuz sonuçta.
"Yaptı yapmadı, neyse ne. Hayat işte.."
Komedi ve dramın bir arada olduğu, hayatın getirdiği tüm anları kucaklayarak inançlarını kaybetmeyen iki kardeşin hikayesini keşke daha çok kişi bilse ve izlese. Biraz katkı sağlayabildiysek ne mutlu,
güzel şeyler olur elbet. Önemli olan sizin hangi yöne doğru yol aldığınız.
"Annemin dediği gibi, en iyisi çaba göstermektir. Umut etmekten ziyade."
2018 yılının neredeyse tüm ödüllerini toplamış filmi, oradan bakınca aslında çokta çekici durmadığının farkındayım. Kapağı gördüğünüzde içeride kasvetli bir durağanlık varmış hissi uyandırıyor. Aslında sizin kesin yargı ile yaklaştığınız birçok şey sizden çok uzak olabiliyor.
Mildred, kızının vahşice katledilmesinin ardından bir türlü karşılayamadığı adaleti kasaba girişindeki panoları kiralayarak karşılayabileceğini ümit eden acılı ama gücünün farkında bir anne. Gücünüzün farkında olduğunuzda her şey bir tık daha kolay geliyor-muş gibi gözüküyor, nasılsa güçlü diye fısıldıyor insanlar. Size bir adım daha uzaklaşıyorlar aslında, görmek istemedikleri hiçbir şeyi göstermiyorsunuz onlara.
"Başka bir yer varsa orada tekrar görüşürüz belki. Yoksa da seni tanımak benim cennetimdi zaten."
Bir kırılma noktası mutlaka oluyor, öfkenizi bastıracağına inandığınız bir ton an yakalıyorsunuz. Sahip olduğunuz güç ile doğru orantılı hepsini gerçekleştirebilirsiniz. Biliyorsunuz. Ama bunu yaparken sizi en çok karşılığını istediğiniz gibi alamıyor olmanız yoruyor. İstemedikleriniz için zaten kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız. Farklı hikayeler ve sizin bir sonuca ulaşmayı beklerken tüm karakterlere biraz biraz dokunuyor olmanız. Bu düpedüz bir şans, açın ve izleyin.
Mildred'ın ters dönen böceği düzeltmesi inceliğinde, ters giden herkese aynı şansı dileyerek..
Walter Black ve kendisini ait olamadığı yerde rahatsız hissettiği hikayesi. Bunu elbette kendi isteği doğrultusunda yapmıyor, çağımızın belki de en sıkıcı hastalığı depresyon ile baş edemediği son noktada onu bastırabilecek bir kuklayla tanışıyor. Kendisi yerine kukla üzerinden yaşamaya devam ederse ortada hiçbir sorun kalmıyor çünkü.
"Seni bir kez gülümseten hiçbir şey için pişman olma."
Dünyanın en güzel tesellisi, iyi ki rastladım sana.
Mel Gibson oyunculuğuna zaten şapka çıkarmamak mümkün değil ve kendinizi onun yerine koyduğunuzda daha da kalıcı olacağına eminim. Kimsenin isteği böyle bir hayat değil, olamaz da. Eminim bir yerlerde bir kuzguna ihtiyacımız olacak.
Walter gayet mutlu, standartların üzerinde bir hayata sahip iş adamımız. Yeteneğinden dolayı oldukça büyük başarılar elde ediyor bir süre. Hayat bu, bazen getireceği belli olmadığı gibi götürecekleri de belli olmuyor ama yanında sevdikleri varsa bu süreci daha da kolay atlatabilir. Burada karısının çabası, sabrı ve sevgisinin yerini zamanla tam tersine bırakması biraz yürek burkuyor.
"Sil baştan başlamak delilik değildir.Delilik sefil olmaktır ve etrafında yarı uykulu, uyuşuk günden güne dolaşmaktır.Delilik, mutlu numarası yapmaktır.Olayların olduğu şeklinin aksine lanet hayatlarının geri kalanında olmaları gerektiği gibi numara yapmaktır."
Herkes için durumun kabul edilmesinden sonra tekrar düzelme inancı, bunun tekrar başa sarması düşüncesi geçiyor. Bu konuda Walter'ın karısına düşen oldukça büyük bir yük, ikna etmeye çalıştığı ergen oğlu ile mutluluktan kendisini alamayan bir çocuğun arasında kalıyor. Bir kukla tüm bunların üstesinden gelebilir mi sizce? Bu film beğeninizi kazanırsa bunu da izleyin; LARS AND THE REAL GIRL, 2007
"Doğru, doğru... Bu yaptığımız doğru mu diye önce tereddüt etmem gerekir. Sonra sen bana "yanlış ya da doğru diye bir şey yok, yalnızca anı yaşamak var" dersin. Sonra ben bir yandan sana aslında çok istediğime dair işaretler verirken, diğer yandan da istemediğimi söylerim. Ki zaten dinlemeyeceğin için ne dediğimin bir önemi de yoktur. Çünkü senin için bu bağ kurmakla ilgili bir şey değil. Hatta seksle ilgili bile değil. Kendin olmanın verdiği acıdan birkaç saatliğine uzaklaşmakla ilgili. Halbuki benim için hiç sorun değil çünkü zaten benim istediğim de bu!"
Maggie ve ilaç mümessili Jamie arasında geçen bu konuşmayla başlıyor aslında film. Olacak olanları bir şekilde bilip içtenlikle kucak açıyorsun, başına gelecek olaylara karşı duruşunu bozmadığını düşünsen de bir yerde aslında hiç durmuyor olduğunun farkına varıyorsun. Sonrası zaten bir kaç kırgınlık, keşke tüm bunlara gerek olmadan o anın büyüsüne biraz daha kaptırmış olsaydım diyorsun. Sen söylemesen bile ışık hızında zihninden geçiyor bir anda.
“Bazen, en çok istediğiniz şeyler gerçekleşmez.
Bazen de, hiçbir zaman tahmin etmediğiniz şeyler gerçekleşir."
Edward Zwick tarzı dışındaki romantik komedi ve klişe diyebileceğimiz konusuyla yakalamış olduğu başarının farkında mı acaba. Bir şekilde kesişen yollarında(ah o canım yollar) birbirlerinin yaşam tarzlarına ve gelecek planlarına uyduramayacak gibi gözüken hayatlarında, hikayenin çok dışında kalmak isteyeceğiniz bir gerçeklik içerisinde aktarmışlar konuyu. Anne Hathaway zaten tüm güzelliklerin emsali gibi ışıl ışıl parlıyor.
Film Jamie Reidy adında Pfizer markasının ilaç satıcısı olan yazara ait bir romandan esinlenerek çekilmiş, bu bana kalırsa en can alıcı bilgi. Maggie'yi yavaş yavaş kaybedeceği bir hastalık içerisinde hayatı boyunca hiçbir zaman "seni seviyorum" dememiş ıssız adamımız Jamie'nin verdiği eğlenceli emek sahnelerinde keyiflenecek, tüm zorluklara rağmen gerçek olduğuna inandığı aşkının peşinden gitmesinde hüzünlenecek ve sürpriz sonunda da oldukça şaşıracaksınız.
"Binlerce insanla tanışıyorsunuz ama hiçbiri size gerçekten dokunmuyor.
Sonra, biriyle tanışıyorsunuz ve hayatınız değişiyor.
Film festivali kapsamında döneminin en göz alıcı çalışması olduğunu itiraf etmem gereken bir girişle geldim, buradayım! Beni görsel şöleni kadar hiçbir şeyi etkilemedi sanırım. Bütün yazı boyunca yalnızca bundan bahsetmek istiyorum. Filmin varlığından kitabı için yapmış olduğum araştırma sonucu haberim oldu. Bu da ikinci itirafım.
Everdene, asla aradığını bulamadığı kırıklığıyla yoluna devam etmeye çalışan karmaşık karakterimiz. Aradığı şeyin ne olduğundan da yüksek ihtimal haberi yok. Kendini, tüm toplumsal dayatmalardan sıyrılmış güçte nitelendirirken bir anda kaybetmeye başladığı öz güveni, güzelliğinin ortasında buluyor. Zamanın tüm gerektirdiği şartlara ayak uyduran kadınlarından farklı, evliliği bir amaca ulaşmak için gereç görmüyor.
Tutku, saygı ve sevgi arasında savrulup giderken birbirine karışan hiçbir şeyden rahatsız olmuyor.
Çünkü
bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkında, nasılsa bir şekilde mutlu
olacak. Yaşamak istediği ve yaşadığı hayat arasındaki tutarsızlığı umursayacak
kadar ciddiye almıyor hiçbir şeyi. Belki de en güzeli, hiçbir şeyi
umursamamak.
Gerçekten sahip olduğunu sanmaktan sıkıldığı mutluluğa ulaşmak için her defasında kendinden ödün verdiğini izledik aslında bir süre. Ne kadar sizi siz yaptığına inandığınız katı kurallarınız varsa her biri koca bir yanılsamadan ibaretmiş gibi davranıyorsunuz. Sizi mutlu eden anların üzerine karanlık bir gölge olarak düşmesini istemiyorsunuz ya da sizden bir şeyler götürmesine müsaade etmediğiniz durumlarda onları devreye sokuyorsunuz. Bu oyuna aslında hiç gerek yok, gerçekliğin büyüsünde boğulmak varken.
Sonuçta
sizi koruduğunu düşündüğünüz tüm durumlar aslında sizi hiçte korumuyordur. Daha
fazla üzüleceğiniz için ertelenmiş her konuşmanın sonunda daha çok üzülürsünüz,
filmin sonunda Everdene'i korumak için hayatının hatasını yapan Mr. Boldwood
gibi.
Gerçek mutluluğa ulaşmanız dileği ile, Everdene'dan bahsedildiğini unutmadan izleyiniz.
İlgi alanıma mı giriyor yoksa sadece şimdiki uyaran-uyarılan ilişkisinde miyiz bilmiyorum ama uçuşlar, miller, business class, boeing 770 vs... filmlerde çekici bulduğum kulağıma yüksek sesle gelen detaylardan. George Clooney zaten filmdeki en güzel detay. "Herkesin hayatına kimse karışamaz" elbette ama bu ilişkilere kızgın demirle göz dağlamak; evliliğe uçurumdan atlamak gibi davranan ıssız adam klişeleri artık midemizi bulandırmasına rağmen George Clooney hatırına çekiliyor. Çünkü güzel bir yalnız kalma şekli... Hikaye Amerikanın dönemsel yaşadığı ekonomik buhranında şirketlerin sık sık işten çıkartmalarla boğuştuğu günleri gösteriyor. Rayn da bu işten çıkarmaları bizzat çalışanlara giderek gerçekleştiren bir şirkette çalışıyor ve şirkette hatırı sayılır bir mevkide, işini zevke dönüştüren biri. İnsan psikolojisinden, beden dilinden sıkça bahsediliyor ve filmi bitirdiğinizde bu konuyla ilgili az da olsa fikir sahibi olabiliyorsunuz.
Birini bile isteye incitmek zor iş olsa gerek. Ateşe itmek gibi, çekip vurmak gibi... Tam bir dolu kadehi ters tut. Bunu profesyonelleştirmek ve tüm olasılıkları göz ardı edip sadece uçuşan pembe kelebeklerden bahsetmek de bu işin kurşun geçirmezliği. Örneğin, artık para kazanamayacaksınız demek yerine çocuklarınız sizi daha sık görecek hayatlarında daha fazla yer edeceksiniz diyorsunuz. Trajikomik.
Rayn bu şirkette çalıştıkça uçaklara ilgi duymaya başlıyor, bol bol mil toplayıp koleksiyoner kıvamına geliyor; oteller hakkında hatırı sayılır bilgiye sahip oluyor. Durmadan uçuyor, bavul hazırlama ustası; hayatıyla ve bu konuyla ilgili konferanslar bile veriyor. Derken hayat ve aşk konusunda kendi gibi düşünen biriyle karşılaşıyor; yollarda buluşuyor, programlarını birbirlerine göre hazırlayıp vakit geçiriyorlar. Ama biliyoruz ki hayat adil değil büyük bir dalgacı hatta düzenbaz. Bazı insanlar gibi.
Şirket Rayn'ın önderliğinde kötü haberi insanların ayağına giderek hallederken Natalie'nin önerisiyle bir yazılım geliştirip online yapmaya karar veriyorlar ve olaylar başlıyor. Çünkü her bitiş bir başlangıçtır.
"Hayallerinden vazgeçmek için aldığın ilk maaş ne kadardı?
Çıktığınız tüm seyahatler sizi sevdiklerinize götürecekmiş gibi izleyiniz.
Forrest, normalin dışında davranıldığına ikna edilmeye çalışılan ancak normalin dışında sakin davranan karakterimiz. Mutlu olmayı seçerse her şeyin öyle gelişeceğine inanmış, şans eseri denk geldiği her anda sakinliğini koruyabilen hepimizin hayalindeki normal insan modeli aslında. Filmle hemen hemen aynı yaştayız, şimdi Forrest gibi olmaya başlasam herhalde ölmeden o mutlu ve ferah günlere ulaşırım. Tabii böyle bir şey mümkünse.
“Her birimizin bir kaderi mi var, yoksa hepimiz rüzgârla savruluyor muyuz, bilmiyorum.”
Jenny ile kesişen yollarında karşılaşacağı tüm hayal kırıklıklarından habersiz, varacağı belli olmayan sonsuzluğa doğru koşarken anlatıldığında inanamayacağımız kadar mucizevi bir olay geliyor başına. Run Forrest Run! Her zaman böyle olmaz mı, bir şey olur ve biz o mucizevi anı bir daha asla yaşayamayacağımızı zannederek tüm güzellikleri kaçırırız. Dinlediğimiz bir müzik, içtiğimiz kahve. Denk geldiğimiz gün batımı, inişini beğendiğimiz uçak yolculuğu, yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı, uçurabildiğimiz son uçurtma, kalabalık içinde bize gülümseyen bir yüz, koala sarılması, yüksek sesle eşlik ettiğimiz şarkı, yaptığımız son güzel kahvaltı. Her biri son kez yaşanıyormuş gibi burkmaz mı insanın içini, mucizelerle karşılaşmamıza engel olabilecek mucizevi anlar topluluğu.
"Hayata devam edebilmek için geçmişi arkada bırakmak gerekir."
Hepsini, bize iyi gelebildiğinin farkına varamadan eskitiriz. Oysa bir tüy parçası gibi; savrulmadan, sorgulamadan, yönlendirmeden, akışına bırakarak yaşasak her biri koca bir mucize değil midir? Olmak istediğimiz ya da olamadığımız bir yerlerde farkında olmadan yaşadığımız bir ton güzel anlarda sadece mutlu olmayı dilemeliyiz belki de. Bu ara çok fazla kişisel gelişim kitabı okuyorum. Beynimde sadece mutlu olmak ve an'ların güzelliği düşüncesi nefes alıyor.
Forrest, her şey için teşekkürler. Farkında olmadan yaşadığın bir ton çöküşte başka bir mücadeleye tek bir soru sormadan atıldığın için, en zor anlarda bile sadece susmayı tercih ettiğin, Jenny'nin en son gelişinde gidecek bir yeri kalmadığının farkına vardığını söyleyerek ne kadar da normal bir insan olduğunu kanıtladığın, bize hiçbir şey söylemeden konuşulabildiğini bir kez daha gösterdiğin ve daha kelimelerime sığdıramadığım tüm normal olmayan davranışların için teşekkür ederim.
Özel bir okulda burslu okuyan şanslı Charlie ve emekli Albay Frank'in muhteşem hafta sonu kaçamağının insanın vücudunda bu kadar karıncalanmaya sebebiyet verebileceğini düşünmezdim. Paraya ihtiyacı olan Charlie'nin görme engelli Frank ile kesişen yollarını zorlu tanışma hikayelerini geride bırakacak bir son bekliyor.
"Hata yaparsan, ayakların dolanırsa dans etmeye devam edersin."
Frank Slade, hayatın ondan aldıkları karşısında kendisini daha fazla üzmeyeceği düşüncesiyle tüm parasını harcadığı özel planına eşlik etmesi için bakıcısı Charlie'yi New York'a götürmeye zorluyor. Burada Charlie'nin çokta fazla söz hakkı yok aslında. Bir şekilde takılıyor Frank'in peşine. Hayatının o seyahatle değişeceğini ya da orada öğreneceği her şeyi hayatı boyunca öğrenemeyeceğini bilseydi başta eminim o kadar zorlamazdı. Bir şekilde Frank'in hafta sonu planına dahil olan Charlie kadar şanslı olabilmenizi diliyorum.
Hayatınız boyunca görmek istediğiniz bir çok şey var, bir gün hiçbir şey göremeyeceğinizi bilseydiniz en çok hangi suratı ezberlemeye çalışırdınız? En çok hangi ağaca bakar, nerede gün batımını seyrederdiniz? Bir şeylerin eskisi gibi olamayacağını düşünerek yaşayamayız biliyorum ama bir gün her şey eskisinden daha kötü olacak. Bunu unutmadan nefes almaya devam edebiliriz belki. Al Pacino, beni her karakterinde bir kez daha parçalıyor. Rolü gereği göremeyen bir adamı canlandırıyor, bunun için altı ay boyunca eğitim almış. Filmin kırılma noktalarında gözlerimden akan yaşları bir gün eskisi gibi olmayacak tüm güzelliklerim için akıttım.
"Hiç kapıldın mı o hisse, gitmek istersin hani ama aynı zamanda da kalmak gelir içinden."
Daha fazla yıpratamayacağını anlayıp kendisine iyi gelen her şeyi New York seyahatinde yaşamaya kararlı Albay Frank Slide'ı izleyip; her adımında bir şeyler öğrenmeye, ne kadar zor olursa olsun daha da zorlaştırmadığı hayatı, savundukları arkasında dik duruşunu, koku hafızasının ne kadar kuvvetli olduğunu her fırsatta göstermesi ve harika tangosunu izlerken siz de Al Pacino'nun çok büyük bir oyuncu olduğunu anlayacaksınız.
Bazen yazmazsam delirecekmişim gibi oluyor, bu da o anlardan sadece biri.
Sanki bir şeyler fazla geliyor, ben bu şekilde fazlalığı attığımı
düşünüyorum. Sıradaki yazımızın esas konusu olan filmle karşılaşma hikayemiz
biraz sancılı oldu. Uzun bir teslimat süreci geçirdikten sonra
kavuştuk.
Susan ve Richard'ın çıktıkları turistik gezide başlarına gelen trajik
olayların dört farklı aileyi kesiştiriyor olması en vurucu kısmı. Farklı
kıta, kültür, dil ve dine sahip ailelerin aslında fark etmeleri gereken en
büyük kavramın aile olduğunu serpiştiriyor içimize. Sevgili yönetmenin
dokunmak istediği her noktaya dokunduğundan emin olması gerektiği
kanısındayım, oyunculuk ve müzik seçimiyle de oldukça başarılı bir kaç saat
geçirtiyor.
"Anlaşılmak istiyorsan, dinle."
Alejandro González Iñárritu ile daha önce Birdman
ile tanışmıştık ama kendisini en fazla 21 Gram ile benimsemiştim, her film kendi içinde güzeldir benim için asla
kıyaslayamam. Buna göre daha iyiydi demem, her biri benim bebeklerim çünkü.
Sonuçta burada bana göre; "En güzel filmler yer alıyor." İzleme fırsatınız
olursa diğer filmlere de mutlaka göz atın.
" - Biz yanlış bir şey yapmadık. + Ama onlar yaptığımızı
düşünüyorlar."
Kurgunun tamamına göz attığınızda iletişim problemi yaşayan bir çok
karakterin nasıl da aynı tarz acılara şahit olabileceklerini görüyorsunuz,
işin en tatsız kısmı sizin de onlara dahil olmanız. Dünyanın bir ucundan
diğer ucuna iki farklı kıtayı, dili ve kültürü paylaşıyor olsanız bile
sevdiğiniz birisini kaybettiğinizde aynı acıyı hissediyorsunuz. Çaresiz
hissettiğinizde, elinizden hiçbir şey gelmediğinde, bir Amerikalı olduğunuz
halde ellerinizi hiçbir yere sürmeyecek kadar kirli bir ülkede yapayalnız
kalıp anlamaya başladığınızda, dünyanın teknoloji devi ülkesi Japonya'da
iletişim problemi çektiğinizde. Bu filmde beni en fazla etkileyen Chieko'nun
diskoya girdiği sahneydi. Sanırım dünyadaki en büyük şans duyuyor
olmak.
Bunca işin gücün arasında beni bırakıp gitmez, beni ben olduğum için seviyor dediğiniz kaç kişi arkanızı daha dönmeden sizi hayal kırıklığına uğrattı bilmiyorum. Ya da kim böyle kırılgan bir konudan giriş yapar benden başka, onu da bilemiyorum. İlk cümleyi okurken Nilüfer'den Esmer Günler'in girişiyle başladıysanız benim gibi tamamdır!
Gelin sarılalım. Ekim ayının başlamasıyla yani müthiş sonbaharın ülkemizin tüm odalarına sirayet etmesiyle birlikte; geleneksel romantik filmleri izlemememiz için hiçbir bahane kalmadığı kanısındayım. Alışılagelmiş, sadece filmlerde olan "tatlı küçük tesadüfler" ve pek tabii hoşlantılarla beslenerek ilerleyen bu ve bu tarz filmler için en uygun mevsim!
Evlilikler, hastalıklar, ölümler hayatımızın büyük kırılma noktalarıdır. Hikayemiz bu kırılma noktalarında meydana gelen yaralanmalar, bozulmalar ve sorunların; görmezden gelinerek çözmeye(!) çalışmanın ne büyüklükte buhranlara yol açtığıyla ilgili biraz.
Kendime artık bunu yapmayacağım evresi 17 yaşında da aynı 77 yaşında da aynı. Artık kendime bunu yapmayacağım dediğiniz an kanatlarınız çıkıyor hatta başınızın üzerinde hale bile beliriyor inanır mısınız? Kendi sınavınızı verirken karşınızdaki insanın sizi daha çok zorlamasına göğüs germeyi güçlülük sanıyoruz ya da yolun yarısına kadar geldiğimizde geri kalanı da aynı şekilde tamamlamak boynumuzun borcu gibi davranıyoruz.
Yapmayalım olur mu? Gerekirse iyi çocuk olmayalım ve el alem bir şeyleri desin dursun ama kendimize bu kötülüğü yapmayalım.
Bir kere geldiğimiz bu dünyadan musmutlu ayrılacakmış gibi izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.