Gün içinde gözünüze takılan her görüntüyü kaydetmeye çalışır, farklı anlamlar yüklersiniz. Size göre bir yaprağın karşınızda kıpırdıyor olması, rüzgarın etkisiyle oluşmuyormuş gibi gelir. İçinizde ait olduğunuz bambaşka bir dünya vardır, görmek istediğiniz gibi görür. Yaşamak istediğiniz gibi yaşayamadığınız ne kadar an varsa tamamlarsınız orada.
Bir şeyler yapmanız gereklidir, okumak. Yazmak, izlemek. Mutlu hissettiren, başka hissettiren.
Paterson, gerçek olduğuna inandığı bir düzen kurmuş kendisine. Bana kalırsa da tam anlamıyla gerçek. Gün gün hayatında alışkanlık haline getirdiği detaylarda nasıl da aynı şeyleri yapsa da aynı düşünmediğini anlatıyor bize. Bir hafta boyunca hayatlarında kurdukları düzene ek kendilerine kattıklarını izletiyor Jarmusch. Düz bir konuda anlatmak istediğini usulca anlatıyor, görmek istediğiniz kadarını görüyor ve anlamak istediğiniz kadarını anlıyorsunuz. Yakın gelecek veya uzak. Hepimizin yaşadığı, yaşamaktan korktuğu bir hayatı var. Karısı ile benzemiyor gibi gözükseler de tıpatıp aynı hayatları. Kurdukları düzenlerinde oturtamadıkları bir sürü detay var. Birbirlerine olan sevgileriyle eksikliğin kendisini hiçbir zaman hissettirdiği gerçeğini dile getirmiyorlar bile. Dediğim gibi, görmek istedikleri gibi görüyorlar.
Kendilerine katıp karıştırmaya çalıştıkları alışkanlıklarında bir şeylerin sürekli tamamlanmamış olduğunu düşünüyorlar gibi ya da ben öyle düşündüğüm için öyle görüyorum. Herkese farklı hissettirecek büyük bir yapıt. Seyircileri ikiye bölen bir film. Ortası yok. Sürekli kendilerini memnun etmek için bir şeyler yapıyorlar, kumaşları boyuyor. Kek yapıyor, şiir yazıyorlar. Birbirlerine sarılarak uyanıyor, birbirlerini sarıyorlar.
"Bir şeyleri değiştirmeye kalkınca işler daha da kötüleşiyor."
Paterson, sıkılmaktan çatladığını düşünenler bile olmuştur eminim. Ama ben çok mutlu bir adam olarak hatırlayacağım seni, iyi seyirler.
Lars! Canım Ryan Gosling... Biz buralarda kendisine full iltimas geçiyor kalbimizin el verdiğince de desteklerimizi esirgemiyoruz çünkü neden esirgeyelim? ^^
Lars, babasının ölümünden sonra iyice içine kapanan, sosyalleşmeyen ve özellikle de insanlarla temas kurmaktan rahatsız olan kahramanımız. Kardeşi Gus ve onun eşi Karin'in evlerinin garajında yaşamına devam etmeye çalışıyor. Bu süreçte onu insanların arasına karıştırmaya çalışan sürekli ilgilenen sosyalleşmesi için çabalayan Karin'in hakkını ödeyemese de sanırım bir adım atmaya çalışıyor ve arkadaşlarının bahsettiği bir kız arkadaş "ediniyor", Bianca. Başta her şey normal ilerlese de Karin'in Lars'ı ve kız arkadaşını yemeğe davet etmesiyle sevinçlerinin üzerine koca bir bulut çöküyor yani Bianca'nın internetten siparişle gelen, "edinilen" plastik bir sevgili olduğunu öğrenince...
Bu kırılma noktası üzerine aile doktorlarıyla görüşüyorlar ve Bianca'ya Lars'ın yaptığı gibi gerçek muamelesi yapmaları önerisini alıyorlar. Ve durum sadece çekirdek ailemizle sınırlı kalmıyor tüm kasabaya ulaşıyor. En çok tat veren, filmin tüm durağanlığa rağmen sessiz sedasız kocaman bir naiflikle ilerlemesini sağlayan; insana sevildiğini hissettiren de sanırım herkesin bir kişi için böyle anlamsız bir şeyi güzelleştirmesi ve normalleştirmesi. Durumu ne kadar allayıp pullasanız da normalleştirseniz de sanırım insan beyni bir yerde yanlışı görüyor. Çünkü Lars tüm bunlara rağmen bir yerlerde eksiklik hissediyor /görüyor olmalı ki durumu Karin'e şikayet ediyor, söyleniyor. Karin ise dünyanın en haklı isyanını ediyor o anda. "Değer vermediğimiz doğru değil. Bu kasabadaki herkes Bianca kendini evinde hissedebilsin diye uğraşıyor. Neden bu kadar çok gidecek yeri, yapacak bu kadar şeyi var sanıyorsun? Senin yüzünden, senin için. Çünkü bütün bu insanlar seni seviyorlar. Tekerlekli sandalyesini itiyoruz, işe alıp götürüyoruz. Eve getiriyoruz, yıkıyoruz, giydiriyoruz, yatağa yatırıyoruz, taşıyoruz. Bunların hiçbiri bizim için kolay değil! Ama yapıyoruz... Senin için... Bunca şeyden sonra nasıl olur da kalkıp değer vermediğimizi söylemeye cesaret edersin!" O kadar haklı ki.
Ne kadar yanlış olursanız olun, ne kadar aklınız yetmese de bazı şeylere bu dünyanın en güzel armağanı size "rağmen" sevgi besleyenlerin hayatınızda olması bence. Sizin için, sizi düşünen, hayatınızı kolaylaştıran belki de önünüze atılan taşları ayağınıza değmesin diye usulca kenara çeken insanların varlığı, dünyada başımıza gelen en güzel ödül; bu dünyayı yaşamaya değer kılan tatlı bir hediye... Bir yerlerde sizi tüm kötülüklerden sakınacak insanların varlığına inanarak izleyiniz.
Forrest, normalin dışında davranıldığına ikna edilmeye çalışılan ancak normalin dışında sakin davranan karakterimiz. Mutlu olmayı seçerse her şeyin öyle gelişeceğine inanmış, şans eseri denk geldiği her anda sakinliğini koruyabilen hepimizin hayalindeki normal insan modeli aslında. Filmle hemen hemen aynı yaştayız, şimdi Forrest gibi olmaya başlasam herhalde ölmeden o mutlu ve ferah günlere ulaşırım. Tabii böyle bir şey mümkünse.
“Her birimizin bir kaderi mi var, yoksa hepimiz rüzgârla savruluyor muyuz, bilmiyorum.”
Jenny ile kesişen yollarında karşılaşacağı tüm hayal kırıklıklarından habersiz, varacağı belli olmayan sonsuzluğa doğru koşarken anlatıldığında inanamayacağımız kadar mucizevi bir olay geliyor başına. Run Forrest Run! Her zaman böyle olmaz mı, bir şey olur ve biz o mucizevi anı bir daha asla yaşayamayacağımızı zannederek tüm güzellikleri kaçırırız. Dinlediğimiz bir müzik, içtiğimiz kahve. Denk geldiğimiz gün batımı, inişini beğendiğimiz uçak yolculuğu, yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı, uçurabildiğimiz son uçurtma, kalabalık içinde bize gülümseyen bir yüz, koala sarılması, yüksek sesle eşlik ettiğimiz şarkı, yaptığımız son güzel kahvaltı. Her biri son kez yaşanıyormuş gibi burkmaz mı insanın içini, mucizelerle karşılaşmamıza engel olabilecek mucizevi anlar topluluğu.
"Hayata devam edebilmek için geçmişi arkada bırakmak gerekir."
Hepsini, bize iyi gelebildiğinin farkına varamadan eskitiriz. Oysa bir tüy parçası gibi; savrulmadan, sorgulamadan, yönlendirmeden, akışına bırakarak yaşasak her biri koca bir mucize değil midir? Olmak istediğimiz ya da olamadığımız bir yerlerde farkında olmadan yaşadığımız bir ton güzel anlarda sadece mutlu olmayı dilemeliyiz belki de. Bu ara çok fazla kişisel gelişim kitabı okuyorum. Beynimde sadece mutlu olmak ve an'ların güzelliği düşüncesi nefes alıyor.
Forrest, her şey için teşekkürler. Farkında olmadan yaşadığın bir ton çöküşte başka bir mücadeleye tek bir soru sormadan atıldığın için, en zor anlarda bile sadece susmayı tercih ettiğin, Jenny'nin en son gelişinde gidecek bir yeri kalmadığının farkına vardığını söyleyerek ne kadar da normal bir insan olduğunu kanıtladığın, bize hiçbir şey söylemeden konuşulabildiğini bir kez daha gösterdiğin ve daha kelimelerime sığdıramadığım tüm normal olmayan davranışların için teşekkür ederim.
Bunca işin gücün arasında beni bırakıp gitmez, beni ben olduğum için seviyor dediğiniz kaç kişi arkanızı daha dönmeden sizi hayal kırıklığına uğrattı bilmiyorum. Ya da kim böyle kırılgan bir konudan giriş yapar benden başka, onu da bilemiyorum. İlk cümleyi okurken Nilüfer'den Esmer Günler'in girişiyle başladıysanız benim gibi tamamdır!
Gelin sarılalım. Ekim ayının başlamasıyla yani müthiş sonbaharın ülkemizin tüm odalarına sirayet etmesiyle birlikte; geleneksel romantik filmleri izlemememiz için hiçbir bahane kalmadığı kanısındayım. Alışılagelmiş, sadece filmlerde olan "tatlı küçük tesadüfler" ve pek tabii hoşlantılarla beslenerek ilerleyen bu ve bu tarz filmler için en uygun mevsim!
Evlilikler, hastalıklar, ölümler hayatımızın büyük kırılma noktalarıdır. Hikayemiz bu kırılma noktalarında meydana gelen yaralanmalar, bozulmalar ve sorunların; görmezden gelinerek çözmeye(!) çalışmanın ne büyüklükte buhranlara yol açtığıyla ilgili biraz.
Kendime artık bunu yapmayacağım evresi 17 yaşında da aynı 77 yaşında da aynı. Artık kendime bunu yapmayacağım dediğiniz an kanatlarınız çıkıyor hatta başınızın üzerinde hale bile beliriyor inanır mısınız? Kendi sınavınızı verirken karşınızdaki insanın sizi daha çok zorlamasına göğüs germeyi güçlülük sanıyoruz ya da yolun yarısına kadar geldiğimizde geri kalanı da aynı şekilde tamamlamak boynumuzun borcu gibi davranıyoruz.
Yapmayalım olur mu? Gerekirse iyi çocuk olmayalım ve el alem bir şeyleri desin dursun ama kendimize bu kötülüğü yapmayalım.
Bir kere geldiğimiz bu dünyadan musmutlu ayrılacakmış gibi izleyiniz.
Mutlu olma kararını verip mutlu olamamak. Aslında verilen kararın mutlulukla hiçbir ilgisi olmadığının farkında olarak çevre sakinlerini inandırdığını zannedip kendini yatıştırmak gibi bir hal, kısacık.
"Artık eminim, sonsuza kadar yan yana olmalıyız."
Anna Scott, esas kızımız. Dünyaca ünlü bir film aktristi olarak o çok dramatikleştirdiği hayatında William ile karşılaşıyor. Bazı karşılaşmalara sadece şapka çıkartıyorum. Hugh Grant'ın Anna'ya vurulma donukluklarında o kadar gerçeğe kapılıyorsunuz ki, sanki her şey gerçeğin ta kendisi. Sanki her şey mutlu! İki insanın birbirine gel gitlerini, kapılmalarını veya birbirlerinde boğulmalarını konu alıyormuş gibi aktarılan filmlerin özünde tüm oyuncuların hayatlarına bir tık dokunuyor olmaları beni her zaman mutlu ediyor. Yani aslında sadece aşk yok, her şey var. Herkes her şeye rağmen mutlu olabiliyor. Yine mutlu mu dedim ben?
Evren bazen bizimle alay ediyor, asla yapmam dediğimiz ne varsa yaparken buluyoruz kendimizi. Bile bile zorluyoruz çoğu zaman. Kalbimizin bir kez daha kırılmasının üzerine iyileşmeyeceğinden korksak da anların bizi iyileştireceğine sığınarak kayboluyoruz. İyi ki de öyle oluyor.
"İyi rol yapan bir aktrist olabilirim. Ama bir erkeğin karşısında durup, beni sevmesini isteyecek kadar da basit bir kızım."
LA LA LAND! Senenin belki en fazla ses getiren filmi, üzerine o kadar çok konuşuldu ki izlemekten keyif alırken kendimizi salonda bırakıp çıkacağız falan sandım. Ryan Gosling hayranlığımı bilen bilir, en düşük puanlı filmlerine kadar filmografisinde yer alan tüm filmleri izledim. Artı olarak izlemeden puanlarım her filmini. Bu nasıl bir evlat kayırmaktır?
Gelelim 2017 oscar töreninde isminden ultra söz ettirecek filmimize, Seb ve Mia'nın akıp giden zamanda devamlı karşılaşıyor olmalarıyla başlıyor film. İki farklı hayatın sizin hayatınıza yakın kesitlerini izliyorsunuz ekranda önce. Tutkulu ve yavaş yavaş yorulmaya başladıkları hayallerinin peşinden giderken birbirlerine destek olmaya başlıyorlar bir anda.
"Belki her zaman başarmak isteyen şu insanlardan biriyimdir ama benim için boş bir hayalden başka bir şey değildir."
Damien Chazelle'yi ilk olarak Whiplash ile tanımıştım, sonuna kadar ısrarcı olmaktan vazgeçmediği bir başarı hikayesini izletmişti bana. En sonunda öyle ya da böyle hayallerimizdeki hikayelerin başrollerini yaşayacaktık. Bu konuyu bu kadar güzel ve hissettirerek aktarabiliyor olması beni çok mutlu ediyor. Dümdüz, süslemeden. Açık ve net. Ryan Gosling'in her ne yaparsa yapsın üzerine hepsini çok güzel yakıştırdığından bahsedeceğim biraz, sonuçta insanlar sevdikleri şeylerden bahsetmeye bayılırlar. Dead Man's Bones grubu ile kalbimdeki fethini üst düzey sonsuzluğa taşımıştı, filmde seslendirdiği parçalarda yine aynı duyguya kapıldım.
Başlangıçlara şaşırdığımız anlar dışındaki kısımlarda elbet uçsuz hissettiriyor. Sen biraz sen olabildiysen benim verdiğim mücadele sonucu olmuştur o özgüveni var. Zamanın geçmişliğinde bizi biz yapan tüm ortaklarımıza koca bir sevgiyle. Hayattaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanarak daima küllerinden doğacak bir Anka kuşu olmayı unutmayarak aşkla ve bazen minik burukluklarla izleyiniz, seveceksiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.