Savaş gerçeğini yakın arkadaşlarınızın ailesinden dinlediğinizde o yaraya siz de eşlik ediyorsunuz. Korkunç bir şey, hayal ettiğiniz ürpertinin ötesinde. Twice Born, roman uyarlaması filmimiz bu kadar geç izlediğim için beni asla affetmeyecek.
1992 yılında Saraybosna savaşında korkunç bir katliamın ortasında kalmış bir dramı anlatıyor, her savaş filmi gibi üst düzey rahatsız edici ve izlemesi oldukça zor. Başlangıçta sizi sadece iki insanın birbirine olan bağının yavaş yavaş artmasını izletiyor, yavaşça aralanıyor tüm duygular. Herkes seçtiği yolda kendi hedeflerine ilerlemiş hayatını sürdürüyor. Öyle olması gerekiyor da gerçekten öyle mi oluyor?
Penelope Cruz, başarılı yaşlandırılmış haliyle bile kalbimizin baş tacı. Saadet Işıl Aksoy'u ilk kez bir projede izledim, duygular şelale. Nasıl başarılı bir oyunculuktur, nasıl sessiz. Sade. Tüm uğultular ve izlediğim onca rahatsız edici sahne sonrasında aslında gerçeğin altında da bazen üzücü bazense hiçbir şey hissettirmeyecek bir gerçeğin yattığını fark ettim. Biz iyi olsak da şu an savaş içerisindeki topraklarda büyümeye çalışan çocuklar, birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmış binlerce insan var. Savaşın ortasında kalmış olmak Gemma ve Diego'nun tek sorunu değil elbette, ben sadece o kısmı almışım.
Dünyanın en ürkütücü sahnesi; her insanın kendisini kanıtlama çabasıdır. Yani neden olmasın?
Pepper, mucizevi suskunluğu. Bu suskunluğun altında yatan düşünceli bakışları. Bana fazla tanıdık geliyor, film de zaten fazlasıyla bildiğimiz hikayelerden. 1940'lı yılların korkunç yaptırımlarında California'nın muhteşem güzelliğinde biraz objektif izlemeye devam etmeniz halinde aslında bir çok konunun nasıl ince işlendiğini fark ediyorsunuz.
"Boyunu buradan yere göre değil, gökyüzüne göre ölç. Bu seni kasabadaki en uzun çocuk yapar."
İkinci dünya savaşı sırasında Pepper'ın abisi rahatsızlığından dolayı savaşa katılamıyor. Onun yerine babasını alıyorlar savaşa, bir yığın tedirginlik ile yolluyor Pepper babasını. Babaları bir yere yollamak ne kadar zordur.
Ve buradan sonrasında başlar, bir şeyleri kanıtlama çabası. Babasını kurtarıp savaşı da durdurabileceğine inandırılır ufaklık. Dini yaptırımlar sonucu ellerinden geleni başarıyla yapar Pepper. Bazen başardığı için sevinir bazense başardığını sandıklarının daha büyük kötülüklere sebebiyet verdiğini düşünerek üzülür. Little Boy'un Hiroşima'ya atılan ve tüm zamanların en korkunç insanlık suçu rolündeki atom bombası olduğundan bahsedip filmin sıcaklığını gölgelemesini de istemem.
Olmaması gereken her şeyin var olduğu filmde katlanamayacağımız olmazlıkların hiçte rahatsızlık vermiyor oluşuna ek fazlaca akıcı bulduğum Godard eseri. Savaşın, silahların, kaçma ve kovalamanın aksine filmde benimsediğim tek şey şiir. Daha önceki Godard filmlerinden alıştığımız gibi cevapsız sorular ve yarıda kesilen cümleler de dahil.
"Dün seni görmedim ama seni düşündüm, şimdi seni görüyorum ama başka şey düşünüyorum."
Şimdiye kadar hayatı çok sıradan, ideali olmayan bir adam Bruno. Fransa-Cezayir savaşı sırasında sağ görüşlü bir grubun militani olarak Cenevre'de yaşıyor. Veronica'ya da burada aşık oluyor. Veronica, PaulKlee tablolarını hatırlatan bir gökyüzü ve gözlerinin altı velazquea grisi bir kadın. Bir suikast emrini yerine getirmediği/getiremediği için çetesiyle sorunlar yaşamaya başlayan ve işkencelerle devam eden hayatında düşlediği tek şey Veronica'yı da alıp Brezilya'ya gitmektir.
Geçmişten kopamadığınız her ana bazen saygılı bazen saygısız davranıyorsanız tam sizin filminiz. Görmeniz gereken tek şey filmin başındaki şu sahne; "Birbirinizi sevin." Birbirinizi severek izleyiniz, iyi seyirler.
Tür: Gizem, Dram, Savaş
IMDb: 8,2
Yönetmen: Denis Villeneuve
Denis Villenuve'in Kanada, 2010 yapım filmi Incendies; Wajdi Mouwad'ın aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlanmış bir film. Sakın tasalanmayın zira bu durumu hiç belli etmiyor.
Gelelim İncendies' in 'içindeki yangınlara' :
Lübnan iç savaşını, Hristiyan-Müslüman çatışmasını konu alarak "siyasi mesaj" vermeden başrolümüz Nawal Marval'ın yasaklı hikayesini anlatıyor.
Film sonundaki "hayır, olamaz" haykırışlarınıza rağmen belirtmek isterim ki bu gerçek bir hikaye. Nedense bende önemli etkisi olmuştu; birinin hayatına sonradan da olsa dahil olmak demek bu, onun yaşamına tanık olmak gibi.
Nawal Marwan, şarkı söyleyen kadın, hem de her şeye rağmen. O, sırtı dünyaya; yüzü toprağa dönük gömülmek isteyen bir kadın aynı zamanda. Bunu isteyecek ne yaşamış olabilir, öyle değil mi?
Tek bir isteği var oysaki: o öldükten sonra ikiz çocuklarının Lübnan'a dönüp abileri ve babalarını bulmaları ve onları, kendi yaşadığı sancılı yıllarla yüzleştirmek.
Abileri ve babalarını bulacak ikizlerin, annelerini ne kadar tanıdıkları aslında meçhul olan.
İzledikten sonra eminim içiniz yanacak; tüyleriniz ürperecek ve yok artık diyeceksiniz.
'Bir artı bir'in nasıl 'bir' olduğunu Jeanne'nin yüzünde göreceksiniz.
Ve bir de Like Spinning Plates ve You and Whoose Army' yi Radiohead sesinden Nawal olarak dinleyin.
Bilin ki, "Ölüm asla bir hikayenin sonu değildir, daima bir iz kalır."
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.