Seçimlerden ve etkileyen işaretlerden ömrümün sonuna kadar bahsedeceğim -çünkü inandığım her şeyden ömrümün sonuna kadar bahsedeceğim -
Açıkçası kısa ve düğümsel hikayemiz Leonard'ın nişanlısından genetiklerinde örtüşmeyen sebeplerden sonra acımasızca ayrılmalarıyla başlıyor biz tam anlamıyla tanık olmasak da. Leonard bu durumu kabullenememiş ayrılığın da sevdaya dahil olduğu bir ülkede hayatında aşktan uzak hala aynı sevgiyle yaşıyor; Michelle ile tanışıncaya kadar. Michelle ise hayatının karmaşasını çözemiyor Leonard ile ortak bir hikayeleri oluyor, arkadaşça...
Gelgelelim hayat o kadar adil ya da kolay değil. Mantık sizi A noktasından B noktasına götürene kadar hayatınızdaki tahammülü ve sevgiyi yok edercesine yıpratıyor. Ne kadar zor olursa olsun birine duyulan sevgiyi mantığınızla ezip geçebilir misiniz geçemez misiniz diye kendinize sormak için sadece tek şansınız var. Olmuyorsa zorlamamak gerekiyor çünkü olmuyor, net. Bunun adı aşk mı takıntı mı her neyse.. Yaşanılan şeyler ne kadar yanlış ve üzücü olursa olsun insan yaşamaktan bir adım öteye atmıyor kendini bu da bir tür melankoliye duyulan içten bağlılık belki. Akıllı seçimler kalbinizden geçmediğinde diğerinden daha çok üzülüyorsunuz. İnsan inanmak istediği her ne varsa hiç çaba sarf etmeden inanıyor, kaçınılmaz son... Umut ettiğiniz olmasını beklediğiniz o şeyler için küçük bir ışık bile belirse diğer tüm olasılıkları çöpe atıyorsunuz arkanıza bakmadan.
Son olarak terk edilmişliğinizle baş başa kalıyorsunuz, mantığınızla yani... Oturup hemen bir yol çizmeniz gerek tam da o dakika, Leonard da o noktada Sandra ile mutluluğa yelken açacağına inanarak hak edene hak ettiğini veriyor, her ne kadar kırılmışlığının üzerine kimse bilmeden usulca gitse de. Hayatı yaşayarak görmek zorundasın, diyor dış ses; sen kalıyorsun her yangından geriye ve insan zaten kendisi için var. Başkası için de olabileceğimiz hayatlar maalesef hepimize sunulmuyor, bazılarımız tek başına yaşıyor.
Bu tarz filmleri pek izlemesem de bu tarz düşünceleri her zaman çantamda taşıyorum. Benimsenmiş bazı durumlarda üzerine gitmek gibi güzel bir özelliğim var, bir şey olmuyorsa olmuyordur deme acizliğini hiçbir evrede kullanmıyorum/kullanamıyorum. O şeyi ben istiyorsam olacak, o kadar. Sonuçta kimse kendi bünyesine karşı evrenden asla yerine getiremeyeceği şeyleri istemiyor ki. Geçtiğimiz yıldan bize emanet çok güzel filmler kaldı, Whiplash onlardan biri, umut verici ve oldukça motivasyon arttırıcı.
Karakterlerden, O.Z'un da efsane oyuncusu J.K Simmons'a kitlendim film boyunca. Oldukça fazla beğendiğimi söylemezsem ayıp ederim. Bir pazartesi akşamı tüm pazartesilere umutla bakmayı öğreten güzel filmlerden.
Andrew isimli genç ve oldukça hırslı delikanlımızın bateri konusunda ustalaşmak pardon usta olmak için çabalamasını izliyoruz. Yeteneğinin olduğuna dair herkesin bir okey'i var fakat Fletcher hocamız hariç. Yeteneğin fazlasını daha fazla çabayla keşfettirmeye çalıştığını siz başından beri algılıyorsunuz zaten.
Kendi kendimize kuru bir aferin aldıktan sonra yaptığımız bu koca haksızlığı öyle güzel vurgulamış ki. Birisi size 'aferin' dedikten sonra her şey biter. Filmde tek bir ülkeyi baz alsalar da bence tüm dünyada en tehlike kelime 'aferin'dir. Süre boyunca temposunu hiç düşürmeyen Whiplash'ın hayran kalınacak pek çok anından sadece bazıları da şöyle;
Orkestra,
Zil,
Şarkılar,
Davul,
Zil üzerindeki kan/ter damlaları,
J.K Simmons!
Bir kaç yarım Andrew'in bakışlarında kaldı sahiden, asıl daha fazlasını başardığınızda kendiniz oluyorsunuz. Zillerin üzerindeki 'İstanbul' yazılarıyla da ayrıca göz kırpmışlar. Son 15 dakikasında kendinizi kaybederek izleyiniz..
Dün bütün günümü hasta geçirdim dolayısıyla işe de gidemedim. Hava buz gibiydi, ben kırgın... Oturdum film izledim, hayallere daldım. Ruh halim benden acıklı romans filmler izlememi talep ediyordu, ona bile direndim; isyan ettim bu Perşembe... Dramsallıktan çıkıp disyopya filminde buldum kendimi, tabii ki aşksız savaş filmi bile olmuyordu. Burada da rastladım ruhumun ihtiyaç duyduğu inceliklere ve burada da benim için söylenmiş cümleler vardı hayata dair. Tam da kalbim dün dile gelseydi böyle bir cümle kurabilirdi: "Direnişinde muazzam bir güzellik var". -Ben de böyle seviyorum- Sevdiğim insanın hayata direnişi öyle muazzam bir güzellikte ki anlatamayacağım.
The Hunger Games gibi dediler, öyle izlemedim. Aynı The Fault in Our Stars oyuncuları vardı Shailene Woodley ve Ansel Elgart vardı onları hiç birbirine yakıştırmadığım için diğer filmi bile en son raddede izlemiştim ama burada o ön yargımı bile kırarak izledim.
*Theo James :) Tanrım bir an için çok beğendim, büyük sevap...
Yaşamak için, sevmek için, korkmamak için, bilge olmak için, fedakar olmak için ya da adil olmak için vesaire.. İlla bir yere ait olmak ya da bir grubun parçası olmak gerekmiyordu. Seçmek zorunda kalmadığımız hayatlar ne güzel! "Kimse kendini özgür sanan birinden daha iyi köle olamaz" diyorlar. Ne söz ama!
*Aramızda kalsın, film boyunca "Ya o Kate Winslet mi ?" diye sorarak bir hal oldum. O tabii :)
Kim olduğumuzu bilir gibi, isyan ateşiyle yanan kalplerimiz elbet bir gün buluşacak ümidiyle izleyiniz...
84. Oscar ödülünde En İyi Kısa Animasyon ödülünü almış, ruhunuzu bir kitapla özgürleştirebileceğinizi söyleyen kurgu. Kütüphanede unutulmuş bir kitabın okunduğunda unutulmadığını hissetmesini anlatıyor, oldukça iç huzurunuzu arttıracak. Sonuçta hepimizin kalbine giden yol kitaplar, keyifli seyirler.
Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu, Gerilim
IMDb: 7,5
Yönetmen: Michael Spierig, Peter Spierig
Oyuncular: Ethan Hawke, Sarah Snook, Noah Taylor
Sıkı bir bilim kurgu türüne sahip olmasının yanı sıra bilim kurgu sevmeyenleri bile kendisine hayran bırakacak türden bir film. Zamanda seyahat ederek olmuş ya da olması mümkün olaylara müdahale ederek o olayların olmasını engelleyen, olaylara vesile olan suçluları yakalamaya çalışan zamansal bir ajanın hikayesini anlatıyor.
Hikaye mi bilmem, baştan sona kocaman bir şok geçirtiyor..
"Zaman makinesiyle geçmişe gidip bir şeyleri değiştirirsen şu andaki sen de bundan etkilenir ve yok olursun."
Son görevi için barda çalışan ajanımız ile John'un küçük bir sohbetiyle başlıyor hikaye. İlk yarı komple birbirlerini tanıma evresiyle geçiyor, itiraf ediyorum sonuna kadar anlamadım. Sohbet beraberinde oldukça ilginç olayları geliştiriyor, aslında sadece 1 günde yazılmış bir kitaptan uyarlanmış filmin aklınızda bu kadar uzun süre kalması/kalmaya devam etmesinin başarısından bahsetmek gerek.
İşte buradan sonrası spoiler'dan başka bir şeye benzemez. Bu soğuk günde kafanızı ısıtacak nefis bir film. 2014'ün bize bıraktığı nacizane eserlerden. Film hakkındaki yorumların kolay anlaşılmamasından ziyade sürekli kendi hayatınıza endeksleyerek izliyorsunuz, inanın çok beğendim!
Daha önce de sadece bir şekilde kapağından veya görsellerinden etkilenerek film seçtiğimi söylemişimdir. Konusunu okumak, hakkında izlemeden araştırma yapmak asla huyum değildir. Coen kardeşlerin 80. Akademi ödüllerinde fazlasıyla ödül topladığı bu filmi bu kadar geç keşfetmiş olmam rahatsız etmiş olsa da bestis listeme direkt giriş yaptı kendileri.
Llewellyn Moss Meksika yakınlarında geyik avında olduğu bir gün yolunda gitmemiş bir uyuşturucu pazarlığıyla karşılaşır. Fazlaca yüklü mal ve paraya orantı karşılaştığı ve kendisinden su isteyen bir yaralı vardır. Ancak Llewellyn ona yardım etmez ve parayı alarak oradan uzaklaşır.
" - Eğer geri gelemezsem anneme onu sevdiğimi söyle.
+ Annen öldü Llewellyn.
- O zaman ona kendim söyleyeceğim."
Su vermediği yaralı tüm gece onu rahatsız ettiği için tekrar aynı yere geri dönen Llewellyn bu hata sayılabilecek vicdansı davranışıyla kovalamacayı başlatmıştır. Buradan sonrası kendisini kovalayan seri katil Anton Chigurh(Javier Bardem) oyunculuğunu temsil ediyor. Bu şekilde bir para aklamanın kimseye faydası olduğunu görmedik filmlerde, Llewellyn'e de olacağından şüpheli izledim her sahnesini.
Anton'ın tüm hareketlerine, sakinliğe ve sonsuz derece zeki tavırlarına bayıldım. Bir insan nasıl karizmatik olduğu anda çirkin de olabilir. Filmin müziksiz oluşunu da ancak bittikten sonra anladım. Ama baştan sona adını kalbinize yazabileceğiniz oldukça tadında bir gerilim hikayesi. Kalitesini tartışmaya gerek bile yok.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.