Bize Scarlet'in yüzünde kusurlar olabileceğini göstermek için yakın çekim çekip; Girls'teki Adam'ın iyi biri olabileceğine bizi inandırmak istemişsin ama yemeyiz. (çoktan yedi)
Şimdiki hikayede ise sizi hiç yormadan zaten biten bir ilişkiden başlıyor. Bazı filmler sadece romantik değildir; bitirdiğinize boşanmış gibi hissederseniz, mesela bu film. Noah Boumbach ilişkileri; dürüstlükten ayırmadan ve satır aralarını da işleyerek bizlere muhteşem bir hikaye sunuyor. Bu kadar ödül adaylığına şaşmamak gerekiyor. Bir hikayeyi size yaşarmışçasına izletiyor. Ortağı olmadığınız hislerin içine buluyorsunuz kendinizi.
Bazı şeyler yalnızca olur. Ne haddinden fazla hızlandırmak ne de slow motion ilerlemek imkansızdır. Charlie ve Nicole tüm klasik hikayelerin aksine bizlere kendi duygularını "sözde" geçirmeden, dağılan bir hayata, evliliklerine dahil ediyorlar. Ama emin olun geçiyor.
Birini çok sevdiğinde onun sevdiği gibi olmayı, ona mutlu olduğu hayatı yaşatmayı kendine gizlice ant içmiş gibi uyguluyor insanlar, değil mi? Öyle. Çok ufak bir olasılıkla mantık hatası yok mu sizce de? Var.
Kalbiniz kırıkken ve karşınızdakiyle paylaşacaklarınız henüz bitmeden biten ilişkiler yitip giden herkes veya her şeyden fazla can acıtır. Çok seven tarafın daha düşmanca yaklaşması az seven tarafın ise merhametli ve anlayışlı olmasının sebebi budur belki. Yarım kalmışlık...
Verilen tüm sözler, güzel gözler, aşk dolu sözcükler, ve diğer her şey bir çocuğun küçük kurbağalı çantasına sığabilir. Birileri ebeveynliğimizi, nasıl bir eş olduğumuzu yani insanlığımızı ve adanmışlığımızı sorguladığında parçalanmamız normal. Ama hayat işte. Bir yerde mutlu olmuyor ve mutlu edilmiyorsanız orayı terk edin. Bazen severken de gidilir. Hatta yapacak en iyi şey budur.
Bizi okurken bu harika liste eşlik edecek, tık tık
Sevdiğiniz kimseler için vazgeçilmez hayatınıza kadeh kaldırark seyrediniz.
"Aşıkların birbirine söylediği her yalan er ya da geç gerçekleşir."
Her bir detayın düşünülerek muazzam bir düzenle sıralandığı Porto'da sonrasını düşünmeyerek yaşanan bir aşkın hikayesi. Bu kimine göre çok büyük bir şans, kimine göreyse şanssızlık. Aklınızı uçurmayan, kendinizi boğmadığınız bir ilişkinin nasıl huzurlu hissettirdiğini bilirsiniz. Jake ve Mati'nin bu bir günlük ilişkisinin hayatları boyunca nereye giderlerse gitsinler yanlarında gelmesine en az benim kadar içiniz kabaracak. Tabuların ötesinde yaşadıkları birlikteliklerinin ardından size neler hissettirecekler bakalım.
Değişik çekim tekniklerine sahip filmler, sinefilleri her zaman heyecanlandırır. Teknik benim için her zaman bahsettiğim kadar önemli değil. Alt metinde dikkatimi çekecek tek bir replik, o filmi başucu filmlerime eklemem için tek bir görüntüde bir kişinin iç sesini dinliyor olmak bile yeterli. Gabe Klinger da bu konuda beni fazlasıyla tatmin etti. Birbirlerine sadece bakarak dahi iletişim kurabilen iki karaktere bu durumu bu kadar derin aktarabilmeleri için acaba neler söyledi.
Zaten bir gün boyunca bu kadar mutlu ve sorunsuz yaşadığın bir ilişkinin ardına sığınamayacak kadar hayal kırıklığı yaşarsın, bir şeyler hızlı olabilir evet ama kendini inandıramadığın her anda kaybolursun. Sana senden daha fazla iyi gelebilecek kimse olmuyor, sen iyi değilsen anlık yaşadığın hiçbir mutluluğun daimi olmasını bekleyemezsin. Sonrasında da inandığın ve gerçekliğinden emin olduğunu sandığın bir seçimin kurbanı olursun. Yaşaman gereken hayatla yaşamak istediğin hayat arasında çırpınırsın da hareket edemezsin.
Mons film festivalinde en iyi senaryo ödülü almış filmimiz, 2016 senesinde trafik kazasında vefat eden filmin başrol oyuncusu Anton Yelchin'in anısına da güzel bir hatıra bence. Anlamak istemiyorsanız anlayamayacağınız ve doğrudan ruh halinize göz kırpacak bir film. Keyifli seyirler.
Merly Streep... Senin yaşlanmış olman, kırışıklıkların ve beni fazla abartıyorsunuz demen... bunların hiçbiri adil değil.
Ve Gary Olman, öldün mü? Everyyyoneeee bağırtın hala kulaklarımdayken beyaz saçlarına bakamıyorum, seni özleyeceğiz.
Burada çoğumuzun belki bilmediği belki duyduğu ama ilgilenmediği meşhur "panama papers" izliyoruz. Netflix için güzel bir proje, filmin sonu ise... neyse söylemeyeyim :)
Filmi izlerken birçok ekonomi/borsa terimlerini öğrenebilirsiniz hem de hiç sıkılmaksızın. Offshore hesaplar, para aklama, kabuk şirketler bla bla bla...
Filme adapte olmanız belki bir tık zaman alabilir ama yüzeysel bilgileri içeren bir ders kitabı gibi.
Bunca adaletsizliğin içinde hayatlarımız hiç bilmediğimiz hayatlarla ne kadar benzer. Kaybınız ne kadar kişisel olursa olsun başkaları için yaşamak suç olmalı diye düşünüyorum. Akabinde önünüzdeki bir kapı kapanırken açılan kapının saraya açıldığını göremiyorsunuz. Saray da bir nevi güzelleme dolayısıyla. Yoksa tabii ki mermerler umurumuzda değil; sadece dışarı baktığımızda Joe'yu görmek istiyoruz.
İçinizi kemiren şey sizi günlerce hatta belki de aylarca yedirmez, içirmez, güldürmez kimi zaman. Bütün dünya size karşı gelmiş de kollarınızda mecal kalmamış gibi hissedersiniz.
Yumuşak huylu olanlar ne zaman yer yüzünün güzelliklerini görecekler?
En başta söylediğimiz gibi bu kadar adaletsiz bir yaşam formunda kimsenin kazandığı yok.
"Mahremiyet çiş yaparken banyo kapısını kilitlemektir. Gizlilik ise kapı kilitleme sebebinizin insanların normalde banyoda yapmadığı bir şey yapmanız olmasıdır."
Sonunda iyiler mutlaka kazanır mottosuna çok da bel bağlamadan izleyiniz.
"İnsanlar seni sevdiklerini söyler. Ama kastettikleri şey seni sevmenin onlara kendilerini nasıl hissettirdiğini sevdikleridir."
Kapağı ilk gördüğümde ilgimi çekip çekmediğinden şüpheliydim. En çok ilgimi çeken filmlerin hepsi de bu özelliğe sahip, başta hiç ilgimi çekmemiş olmaları. Anoreksiya Nervoza(Yeme bozukluğu) hastalığına yakalanan Ellen, aslında bu hastalıktan kurtulmak istemeyecek kadar zor zamanların gölgesinde kalmış asıl karakterimiz.
Netflix hayatımıza girdiğinden beri bu tarz filmlerden haberdar olma oranımız oldukça arttı, ben de bir Instagram paylaşımında denk geldim. Bu konuda Netflix'i popüler kültürün bir parçası ve kullananlarının oldukça sığ kafa yapısına sahip olduğunu savunan tüm yorumları kınıyorum.
"Yapmak istiyorum ama yapamıyorum." O zaman belki de bize bunu söyleyen o iç sese; "siktir git!" demenin zamanıdır."
Ellen, bir çok defa hastalığı yenmek için tedavi gördüğünü deneyimlese de bu tedavilerin çoğunda ilk önce kendisini iyileştirmesi gerektiğinin farkına varamaz. Dr. Beckham ile yollarının kesişmesinden sonra 5. kez tedaviyi kabul ediyor. Aslında bizi dibe çeken en önemli kaygılarımızın oluşmasına sebep olan şey çocukluğumuz. Yaşadığımız en ufak ve belki hatırlamakta zorlandığımız duygu karışımlarına sebebiyet vermiş bir yığın anı ile dolu.
"Hayatın kolay olmasını beklemeyi bırak. Birinin seni kurtarmasını ummayı bırak."
Ama yaşadığımız ve gerçekten yaşamak istediğimiz o ince çizgide kararsız kaldığımızda işler karışıyor.
Bu film; aslında karşılaşmak istediğiniz her fırsatı sizden başkasının karşınıza çıkaramayacağını, ne kadar mücadele ettiğinizi düşünseler de tek mücadelenin kendi içinizde verdikleriniz olduğunu gösteriyor.
Savaş gerçeğini yakın arkadaşlarınızın ailesinden dinlediğinizde o yaraya siz de eşlik ediyorsunuz. Korkunç bir şey, hayal ettiğiniz ürpertinin ötesinde. Twice Born, roman uyarlaması filmimiz bu kadar geç izlediğim için beni asla affetmeyecek.
1992 yılında Saraybosna savaşında korkunç bir katliamın ortasında kalmış bir dramı anlatıyor, her savaş filmi gibi üst düzey rahatsız edici ve izlemesi oldukça zor. Başlangıçta sizi sadece iki insanın birbirine olan bağının yavaş yavaş artmasını izletiyor, yavaşça aralanıyor tüm duygular. Herkes seçtiği yolda kendi hedeflerine ilerlemiş hayatını sürdürüyor. Öyle olması gerekiyor da gerçekten öyle mi oluyor?
Penelope Cruz, başarılı yaşlandırılmış haliyle bile kalbimizin baş tacı. Saadet Işıl Aksoy'u ilk kez bir projede izledim, duygular şelale. Nasıl başarılı bir oyunculuktur, nasıl sessiz. Sade. Tüm uğultular ve izlediğim onca rahatsız edici sahne sonrasında aslında gerçeğin altında da bazen üzücü bazense hiçbir şey hissettirmeyecek bir gerçeğin yattığını fark ettim. Biz iyi olsak da şu an savaş içerisindeki topraklarda büyümeye çalışan çocuklar, birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmış binlerce insan var. Savaşın ortasında kalmış olmak Gemma ve Diego'nun tek sorunu değil elbette, ben sadece o kısmı almışım.
"Hayır beni tanımıyorsun. Sadece görmek istediğini görüyorsun."
Zamanın belki de en ses getiren yapımları arasında yer aldı Bohemian Rhapsody, bunca zaman neden izlemediğimi açıklayamamıştım. Ta ki Reanjeno'nun tepkili şaşkınlığına kadar. (Aydınlanma için bin teşekkür.) Bu hafta sonum muazzam bir şekilde evde geçti, kusursuz diyemem çünkü deli gibi hasta oldum. Bağışıklığım kuvvetlensin diye harcadığım tüm efor suratıma suratıma çarptı. Bu durumu bile fırsata çevirdim, keşke bir kaç gün daha Pazar olsa.
"Olmadığın biri gibi davranarak hiçbir yere varamazsın."
Elbette anladığınız üzere efsanevi grubumuz Queen'in nasıl var olduğu, hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldikleri, Freddie'nin şanssızlıklarla dolu şansını anlatıyor. Belki belgesel değil ama zaten bu aşamada izleyebileceğiniz fazlaca seçenek mevcut, hiçbir fikri olmayanlar için muazzam bir ön gösterim filmi olabilir. Bana kalırsa biraz da; "Herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor." filmi.
Şans, elimizde olmadan burnumuzun ucuna konduğunu sandığımız fırsatlar gibi. Bence hepsini kendimiz, kendi ellerimiz ve tekrardan kendimiz yaratıyoruz, farkında olmadan dediğimizde de daha kıymetli oluyor. Biraz da hayatı biz sürprizlerle doldurmuyor muyuz? Sadece Freddie'nin şanssızlıklarını izliyormuşsunuz gibi ancak öyle değil bana kalırsa. Sonra en derinden bir yükseliş geliyor, bazen şanslı olmak da şanssızlıktır.
" Geriye bakmak yok. Sadece ileriye! "
Filmi yer yer yükselişlerle birlikte hafif gözyaşlarıyla bitirdim, gerçekten fazlasıyla motive eden bir havası var. Queen hayranlarının gerçeği yansıtma şeffaflığı ve sıralanışından memnun olmamasından dolayı fazlaca eleştiriye maruz kalmış olsa da benim için oldukça başarılı bir filmdi, bir anda insanın Rami Malek kadar yetenekli olası geliyor. Hikayenin özüne kadar inecek olursak tabii ki Mercury olmak isterdik.
Havalar güzellikle seyretse de Ekim ayının ülkemize sirayet ettiğini parklarda görmekle birlikte romantik filmlere ve eski sevgililere de dönüş vakti gelmiştir. (İkincisini evde denemeyin). İki eski sevgilinin/eşin güzel ayrılmak kaydıyla yıllar sonra arkadaş olmasına pozitif bakıyorum. Hatta kim bilir ne güzel şeydir pek tabii herkesin eski duyguları kül olup uçmuşsa.
Filmin ilk sahnesinde anne olmak benim kalbimi ağrıttı, tebrikler Jane Adler, anne olmak çok zor. Ki Jane aldatılmış; daha da kötüsü belki de, kendinden sadece yaşça küçük ve bedence gergin biriyle aldatılmış üç çocuk annesi bir aşçıdır. Kabullendiği bazı gerçeklerin tam olarak öyle olmadığını fark ettiğinde rota yeniden oluşturuluyor. Aşk için yapılan her şey mübahsa şayet sinsirellalık bile 7'den 7'ye bizden kabul ediliyor. Jane'in bünyesinde eğreti duran bu sinsirellalığa, o kusursuz sevincine şahit olduktan sonra yanlışsa da yanlış olsun diyeceksiniz heyecanla.
Bu hayat başka insanlara göre yaşamak için biraz fazla kısa ve riskli. Bir ayağımızı hep dışarıda tutarken içeride kalan ayağımızla da istediklerimizi yapabilmeliyiz. Filmdeki düzene(!) karşı oluşun aslında yanlışı savunuyor olmamızın tek anlamı raskolnikov sendromu bence, ben buldum.
Bazı hayatlar bir kere yaşanır ama bazıları ikinciyi de muhakkak hak ederler. Tanıdığımız ve bildiğimiz yerden gelecek her iyi şeye kucak açtığımız gibi kötüsüne de kalbimizi yeniden çevirebiliyoruz. Bir yerde okumuştum; insan karşı karşıya kaldığı bir acının ne zaman biteceğini biliyorsa buna dayanabiliyormuş şayet bilmiyorsa dayanmak zorlaşıyor ve hissedilen acı da kat be kat artıyormuş. Belirsizlik acıtır fakat bilinen kötüyse bile severiz deneyi sanırım.
" Home sweet home..."
Aşkta ve savaşta iki kişinin %40'ı tek kişinin %99'unu tek elle dövebilir.
Tam bir #tbt filmi değil de ne! Birlikteliği hak eden her güzel ilişki için izleyiniz.
Durağan, yormayan ama en sonunda insanı dumur eden filmlere bayılıyorum. Umarım onlar da bana bayılıyordur. Kesişen hayatların nasıl çekici geldiğini bilirsiniz, sizi üzecek olmasına takılmadan bunun bir lütuf olduğunu düşünerek her anınızı değerlendirirsiniz. Şanssız olduğunuz her durumu şansa çevirme takıntısını bırakmadıkça da olayın ciddiyetine varamazsınız zaten.
Arriaga ile daha önce tanışma fırsatı yaratmamış olanlar için şiddetle tavsiye edeceğim bir filmi Burning Plain. Onu tanıyanlar ve işbirlikleri konusunda ne kadar yetenekli olduğuna şahitlik etmiş olanlar Arriaga'nın yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu bu filmi kaçırmamışlardır muhakkak. Üç güzel kadının etrafında dönen, sizi en uca kadar sürükleyip orada yalnız bırakacak bir sona sahip. Belki de birileri için sadece başlangıç olur.
Bakış açınızı tek noktada tutmayıp, gözünüzün önüne her getirdiği karaktere sarılma isteği uyandırıyor. Büyüttüğü karakterin ana temasında yatan hikayenin ise beyninizi uyuşturacağına yemin edebilirim ama bunu size kanıtlayamam.
Yaş aldıkça uzaklaştığınızı sandığınız en yakın şey geçmişinizdir.
Arriagana'nın kesişen hayatlar etrafında kurguladığı bu hikayede bir diğer kadın zaman zaman siz oluyorsunuz, yalnızca bir kadını kapsıyor gibi gözüken bu hikayenin nasıl buralara geldiğine inanamayacaksınız. Suçladığınız her gerçeğin aslında büyük bir boşluğu kapladığını gördüğünüzde içinizden gelen burkulma sesini duyuyorsunuz. Her attığınız adımda, söylediğiniz sözde, attığınız bakışta karşı tarafın size yakışık gelmeyen davranışının altında büyük bir acı yatabiliyor olduğunu unutmamalısınız. İstem dışı yaşanmışlıkları, geçmişte yatan bu dozajdaki acılara bağlayan insanları da hayatınızdan çıkarmanızda fayda var. Çünkü, gerçek acılar asla kullanılmaz.
"Tüm hayatım boyunca gerçekten var olup olmadığımı anlayamadım, ama varım."
Onlarca kişi bir salonda Arthur'un Joker'e dönüşmesini ve kötülüklerin gölgesinde kalmak zorunda olmasını anlamaya çalıştık. Salondan çıktığımızda kaç kişi anladı sizce, belki 3 ya da 5. Geri kalan herkesin topluma ayak uyduramayan, fiziksel/biyolojik bir bireyi gördüğünde nasıl davranacağını ve davrandığını biliyoruz. Bu bir miktar sitem, her birine o gücü kim veriyor orası tartışılır elbet.
"Ya iyi olarak ölürsün ya da kötüye dönüşecek kadar uzun yaşarsın."
Arthur, sen dünyanın en şanssız çocuğusun. Dünyaya adapte olma çaban muazzam, şartların geliştirdiği o küçük dünyana sığamamış olma hikayen bize muhteşem bir film izlettirdi. Bu konuda çok fazla gelgitli tartışmalar var, o zaman öyleydi şimdi böyle. Ledger zaten kalbimizin Joker'i, onu asla arka plana atamayız. Bence bir an önce objektif bir şekilde tadına varın bu filmin.
"Umarım ölümüm hayatımdan daha mantıklı olur."
Hayatın belirli dönemlerinde hepimizin bir kırılma noktaları vardır, her gün bir kırılma anı yaşayan Arthur'un artık tüm sisteme yavaşça öfkelenmesi ve tüm bu denge bozukluğundan yaptığı hataların onu rahatsız etmemeye başlamasıyla gerçek bir Joker ortaya çıkarır. Phoneix, çiçeğim. Dünyanın en karakteristik suratına sahipsin ve muhteşem bir iz daha bıraktın. Gönül oscarımız sana gitti bile, bu ağır drama ile benim kalbimi yine en derinden fethettin. Neden "yine" dediğimi merak edenler için bir örnek; Her, 2013
Bazen hikayeler size yeni hiçbir an katmaz. Devamında büyük bir hayal kırıklığı bırakabilirler. Hayalini kurduğunuz gerçekleşme ihtimali güç tüm hayalleriniz gerçekleşse de sonunda sizi fazlaca kırma ihtimali yüksektir ki genelde ihtimalin ötesinde sonlanırlar. Ama bilirsiniz ki onlar olmadan yaptığınız hiçbir şeyin önemi yoktur ya da istediğiniz kadar mutlu hissedemezsiniz, sahi en son ne zaman hayallerimize kavuşmuştuk?
"Bazen yumruk atmanın en iyi yolu, geri adım atmaktır. Fakat fazla geri adım atarsan dövüşemezsin."
Maggie, geç kaldığına inanmayıp kendisini kulübün ortasında bulabilmek için tüm şartları o kadar zorluyor ki ancak o kadar zorlayabilir. Bu durumda bize kolay gelen her güzelliğin aslında bazen çok zor geldiğini, bazen getirtmek için çok büyük mücadeleler verilmesi gerektiğinin farkına varıyoruz. Frankie'nin en belirgin sınırını aşmaya çalışan Maggie'nin zaten o an çok güzel yerlere geleceğini hissediyorsunuz.
Frankie ve Maggie'nin hayatlarında birbirlerinden başka hiç kimsenin olmadığını sessizce fark etmeleri, günlerce ve yıllarca Maggie'yi hazırladığı maçlarda dövüşürken sessizce yaşadığı heyecanı, konuşmadan da bir şeylerin onlarca şeye dönüşebileceğini, seni hayata bağlayan tüm güzelliklerin hayallerinle bağlantılı olmasını, kaybedeceğin her şeyin bir gün hayal kuramayacak hale geldiğinde olacağını izliyorsun. 2005 yılının neredeyse tüm oscar ödüllerini toplamış gerçeğin ötesinde bir film, Morgan Freeman hiç konuşmasa dahi yer aldığı bütün filmler benim mo cuishle. Kısaca bir filmden çok daha fazlasıydı, şimdiden keyifle.
"Boks içindeki her şey geriye doğrudur. Sola gitmek istersen, sola adım atmazsın, sağa ayağını basarsın. Sağa hareket etmek için ise sol ayağını kullanırsın. Acıdan kaçmak yerine, bir çılgının yapacağı gibi ona doğru adım atarsın."
Her ne olursa olsun kendini korumaktan bir salise bile vazgeçme ve sakın arkana dönme. Yeni hiçbir an yaratmayacak bu hikayede boks sahasının ortasında öylece kaldığınızda size kötülük gibi gözüken son iyiliği sizce kim yapardı?
Tarantino filmlerinin herkes tarafından sevildiğini biliriz, sevilen aslında filmin bütünü olmasa da çoğu zaman hep bizden bir şeyler vardır ekranda. Bize özel gelen bir güzellik katılmıştır mutlaka her filmine. Karakter veya bir saliselik replikle yapacağını yapar, kondurmak istediğini kondurur. Göz ucuyla dahi baksanız bile bir yerden sonra yüzünüzdeki tebessüme engel olamazsınız.
Kabul edelim, biraz zor bir filmdi. Etrafta da her sahnenin nedenleriyle kuşatılmış bir yığın inceleme varken zorluk derecesini arttırarak sıkmak istemiyorum. 60'lı yılların Hollywood'u.. Bu dönemde yaşanmış, yaşanmaya devam eden yıldızlaşma numaralarını Rick Dalton üzerinde toplamış Tarantino. Bu aşamada gittikçe kariyer hakkında endişe duyan bir aktörü izliyoruz, aslında Caprio ile Rick Dalton oldukça benziyorlar birbirlerine. Ağrına giden, dikkatini çeken her noktaya biraz dokunmak istemiş sanırım sevgili yönetmenimiz, bu kadarına gerek var mıydı? Tartışılır.
" Karım ve tüm sevgililerime, umarım asla karşılaşmazlar."
Tarantino'nun Sharon Tate'i bize bu kadar sempatik ve saygın bırakmasının da Tarantinoca bir açıklaması vardır elbet. Işıklar, arabalar, müzikler ve muhteşem kadrosuyla güzel bir film izliyorsunuz. Tüm her şey bu kadar güzelken sürekli ekrana yapışan ayaklar beni fazlasıyla rahatsız etti. Ayak görmekten hoşlanmam, fazla ayak görmekten hiç hoşlanmam. (Tarantino bunla neye gönderme yapmış olabilir acaba?) Cliff'in her defasında perde arkasında kalması ve Al Pacino'nun bu kadar yaşlanmış olmasına inanılmaz içerledim. Dönem filmlerini severim, araba hareket halindeyken ekrana yansıyan görüntülere bayıldım. İzlerseniz yorumlarınızı merak ediyorum, lütfen bizimle de paylaşın.
Akıl almaz çalma listesini de böyle bırakıyorum, şimdiden keyifli seyirler.
Dünyanın en ürkütücü sahnesi; her insanın kendisini kanıtlama çabasıdır. Yani neden olmasın?
Pepper, mucizevi suskunluğu. Bu suskunluğun altında yatan düşünceli bakışları. Bana fazla tanıdık geliyor, film de zaten fazlasıyla bildiğimiz hikayelerden. 1940'lı yılların korkunç yaptırımlarında California'nın muhteşem güzelliğinde biraz objektif izlemeye devam etmeniz halinde aslında bir çok konunun nasıl ince işlendiğini fark ediyorsunuz.
"Boyunu buradan yere göre değil, gökyüzüne göre ölç. Bu seni kasabadaki en uzun çocuk yapar."
İkinci dünya savaşı sırasında Pepper'ın abisi rahatsızlığından dolayı savaşa katılamıyor. Onun yerine babasını alıyorlar savaşa, bir yığın tedirginlik ile yolluyor Pepper babasını. Babaları bir yere yollamak ne kadar zordur.
Ve buradan sonrasında başlar, bir şeyleri kanıtlama çabası. Babasını kurtarıp savaşı da durdurabileceğine inandırılır ufaklık. Dini yaptırımlar sonucu ellerinden geleni başarıyla yapar Pepper. Bazen başardığı için sevinir bazense başardığını sandıklarının daha büyük kötülüklere sebebiyet verdiğini düşünerek üzülür. Little Boy'un Hiroşima'ya atılan ve tüm zamanların en korkunç insanlık suçu rolündeki atom bombası olduğundan bahsedip filmin sıcaklığını gölgelemesini de istemem.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.