Merly Streep... Senin yaşlanmış olman, kırışıklıkların ve beni fazla abartıyorsunuz demen... bunların hiçbiri adil değil.
Ve Gary Olman, öldün mü? Everyyyoneeee bağırtın hala kulaklarımdayken beyaz saçlarına bakamıyorum, seni özleyeceğiz.
Burada çoğumuzun belki bilmediği belki duyduğu ama ilgilenmediği meşhur "panama papers" izliyoruz. Netflix için güzel bir proje, filmin sonu ise... neyse söylemeyeyim :)
Filmi izlerken birçok ekonomi/borsa terimlerini öğrenebilirsiniz hem de hiç sıkılmaksızın. Offshore hesaplar, para aklama, kabuk şirketler bla bla bla...
Filme adapte olmanız belki bir tık zaman alabilir ama yüzeysel bilgileri içeren bir ders kitabı gibi.
Bunca adaletsizliğin içinde hayatlarımız hiç bilmediğimiz hayatlarla ne kadar benzer. Kaybınız ne kadar kişisel olursa olsun başkaları için yaşamak suç olmalı diye düşünüyorum. Akabinde önünüzdeki bir kapı kapanırken açılan kapının saraya açıldığını göremiyorsunuz. Saray da bir nevi güzelleme dolayısıyla. Yoksa tabii ki mermerler umurumuzda değil; sadece dışarı baktığımızda Joe'yu görmek istiyoruz.
İçinizi kemiren şey sizi günlerce hatta belki de aylarca yedirmez, içirmez, güldürmez kimi zaman. Bütün dünya size karşı gelmiş de kollarınızda mecal kalmamış gibi hissedersiniz.
Yumuşak huylu olanlar ne zaman yer yüzünün güzelliklerini görecekler?
En başta söylediğimiz gibi bu kadar adaletsiz bir yaşam formunda kimsenin kazandığı yok.
"Mahremiyet çiş yaparken banyo kapısını kilitlemektir. Gizlilik ise kapı kilitleme sebebinizin insanların normalde banyoda yapmadığı bir şey yapmanız olmasıdır."
Sonunda iyiler mutlaka kazanır mottosuna çok da bel bağlamadan izleyiniz.
Durağan, yormayan ama en sonunda insanı dumur eden filmlere bayılıyorum. Umarım onlar da bana bayılıyordur. Kesişen hayatların nasıl çekici geldiğini bilirsiniz, sizi üzecek olmasına takılmadan bunun bir lütuf olduğunu düşünerek her anınızı değerlendirirsiniz. Şanssız olduğunuz her durumu şansa çevirme takıntısını bırakmadıkça da olayın ciddiyetine varamazsınız zaten.
Arriaga ile daha önce tanışma fırsatı yaratmamış olanlar için şiddetle tavsiye edeceğim bir filmi Burning Plain. Onu tanıyanlar ve işbirlikleri konusunda ne kadar yetenekli olduğuna şahitlik etmiş olanlar Arriaga'nın yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu bu filmi kaçırmamışlardır muhakkak. Üç güzel kadının etrafında dönen, sizi en uca kadar sürükleyip orada yalnız bırakacak bir sona sahip. Belki de birileri için sadece başlangıç olur.
Bakış açınızı tek noktada tutmayıp, gözünüzün önüne her getirdiği karaktere sarılma isteği uyandırıyor. Büyüttüğü karakterin ana temasında yatan hikayenin ise beyninizi uyuşturacağına yemin edebilirim ama bunu size kanıtlayamam.
Yaş aldıkça uzaklaştığınızı sandığınız en yakın şey geçmişinizdir.
Arriagana'nın kesişen hayatlar etrafında kurguladığı bu hikayede bir diğer kadın zaman zaman siz oluyorsunuz, yalnızca bir kadını kapsıyor gibi gözüken bu hikayenin nasıl buralara geldiğine inanamayacaksınız. Suçladığınız her gerçeğin aslında büyük bir boşluğu kapladığını gördüğünüzde içinizden gelen burkulma sesini duyuyorsunuz. Her attığınız adımda, söylediğiniz sözde, attığınız bakışta karşı tarafın size yakışık gelmeyen davranışının altında büyük bir acı yatabiliyor olduğunu unutmamalısınız. İstem dışı yaşanmışlıkları, geçmişte yatan bu dozajdaki acılara bağlayan insanları da hayatınızdan çıkarmanızda fayda var. Çünkü, gerçek acılar asla kullanılmaz.
"Tüm hayatım boyunca gerçekten var olup olmadığımı anlayamadım, ama varım."
Onlarca kişi bir salonda Arthur'un Joker'e dönüşmesini ve kötülüklerin gölgesinde kalmak zorunda olmasını anlamaya çalıştık. Salondan çıktığımızda kaç kişi anladı sizce, belki 3 ya da 5. Geri kalan herkesin topluma ayak uyduramayan, fiziksel/biyolojik bir bireyi gördüğünde nasıl davranacağını ve davrandığını biliyoruz. Bu bir miktar sitem, her birine o gücü kim veriyor orası tartışılır elbet.
"Ya iyi olarak ölürsün ya da kötüye dönüşecek kadar uzun yaşarsın."
Arthur, sen dünyanın en şanssız çocuğusun. Dünyaya adapte olma çaban muazzam, şartların geliştirdiği o küçük dünyana sığamamış olma hikayen bize muhteşem bir film izlettirdi. Bu konuda çok fazla gelgitli tartışmalar var, o zaman öyleydi şimdi böyle. Ledger zaten kalbimizin Joker'i, onu asla arka plana atamayız. Bence bir an önce objektif bir şekilde tadına varın bu filmin.
"Umarım ölümüm hayatımdan daha mantıklı olur."
Hayatın belirli dönemlerinde hepimizin bir kırılma noktaları vardır, her gün bir kırılma anı yaşayan Arthur'un artık tüm sisteme yavaşça öfkelenmesi ve tüm bu denge bozukluğundan yaptığı hataların onu rahatsız etmemeye başlamasıyla gerçek bir Joker ortaya çıkarır. Phoneix, çiçeğim. Dünyanın en karakteristik suratına sahipsin ve muhteşem bir iz daha bıraktın. Gönül oscarımız sana gitti bile, bu ağır drama ile benim kalbimi yine en derinden fethettin. Neden "yine" dediğimi merak edenler için bir örnek; Her, 2013
Bu konuyla ilgili bir film izlemek istiyorsanız Gone Girl izlemelisiniz; izlediyseniz de kalbiniz kırık ayrılacaksınız filmden. Çünkü bu "e ben zaten bunun daha iyisini görmüştüm" filmi. Daha hafif, havada ve çerezlik 1.0. version. Yine de Blake Lively hatırına sanırım her şeyi izleyebilirim, olduğu her şeyi güzelleştiren bir kadın benim için. Film için kendi profilinde bile aylarca o tarzda kıyafetleriyle poz verdi, türlü davetlere katıldı ki kendisine ne giyse yakıştırıyor orası ayrı, çabası alkışlanabilir^^
Filmde her şey var ve bu çok iyi bir şey değil. Dışarıdan yemek sipariş edenler de bilirler ki bir restoranda her şey varsa oradan çok da ümitli olmamak lazım. Her şeyi göze alarak zamanınızı geçirmek gözünüze güzellikler sunmak kafayı da yormayacağınız bir 117 dakika arıyorsanız hemen açabilirsiniz.
Savaşın ve barışın ikiz kardeş olduğu, gizemin aklımızın pek yetmeyeceği, gözümüze yaşanması pek mümkün gelmeyen halinin tavan yaptığı film. Tüm kötü geçmişini sileceksin ama bir daha asla fotoğraf çekilmeyeceksin deseler biz istemezdik herhalde. Ne demek o suitlerle instagrama #todayoutfit hashtagiyle fotoğraf paylaşmayacağız? Hele ki Emily Nelson (Blake Lively) iseniz çok zor. Karşısında ise filmin saint'i Anna Kendrick var ki kendisini şu filmden biliyoruz.
Sonuç olarak filmde plot twist yapılmak istendiyse olmamış daha çok ne alaka twist olmuş ama hiçbir şey göründüğü kadar mükemmel değildir 'in filmi diyebilirim. Dışarıdan gördüğünüz harika karakterler, arkadaşlıklar, ilişkiler, sevgiler hangi yalanların içinde büyüyüp gidiyor bilemiyorsunuz. Bu hayatta her şeyin bir bedeli var. Kimini hemen ödüyorsunuz kimi intikam gibi uzuuun süreler sonra... Dışarıdan 'azize' kimlikli görünüyor bile olsalar insanların içerisinde ne tür hinlikler barındırdığını da bilemiyorsunuz. En büyük varlığınız ailenizse ve siz onu 'küçük bir rica' ile yakınlarınıza bırakıyorsanız yaşanılacak tüm kırıklıklara da davetiye çıkarabiliyorsunuz. Son olarak sigorta bedeli sen nelere kadirsin diyor ve sizi filmle baş başa bırakıyorum.
"Annemin dediği gibi, en iyisi çaba göstermektir. Umut etmekten ziyade."
2018 yılının neredeyse tüm ödüllerini toplamış filmi, oradan bakınca aslında çokta çekici durmadığının farkındayım. Kapağı gördüğünüzde içeride kasvetli bir durağanlık varmış hissi uyandırıyor. Aslında sizin kesin yargı ile yaklaştığınız birçok şey sizden çok uzak olabiliyor.
Mildred, kızının vahşice katledilmesinin ardından bir türlü karşılayamadığı adaleti kasaba girişindeki panoları kiralayarak karşılayabileceğini ümit eden acılı ama gücünün farkında bir anne. Gücünüzün farkında olduğunuzda her şey bir tık daha kolay geliyor-muş gibi gözüküyor, nasılsa güçlü diye fısıldıyor insanlar. Size bir adım daha uzaklaşıyorlar aslında, görmek istemedikleri hiçbir şeyi göstermiyorsunuz onlara.
"Başka bir yer varsa orada tekrar görüşürüz belki. Yoksa da seni tanımak benim cennetimdi zaten."
Bir kırılma noktası mutlaka oluyor, öfkenizi bastıracağına inandığınız bir ton an yakalıyorsunuz. Sahip olduğunuz güç ile doğru orantılı hepsini gerçekleştirebilirsiniz. Biliyorsunuz. Ama bunu yaparken sizi en çok karşılığını istediğiniz gibi alamıyor olmanız yoruyor. İstemedikleriniz için zaten kılınızı bile kıpırdatmayacaksınız. Farklı hikayeler ve sizin bir sonuca ulaşmayı beklerken tüm karakterlere biraz biraz dokunuyor olmanız. Bu düpedüz bir şans, açın ve izleyin.
Mildred'ın ters dönen böceği düzeltmesi inceliğinde, ters giden herkese aynı şansı dileyerek..
Yıllarca bir şekilde karşıma çıkmış ancak tarzıma hitap etmeyeceğini düşündüğümden izlemediğim serinin ilk filmi, aslında tam olarak beni içine hapsedebilecek kadar güzelmiş. Önyargılarım kalp ben.
Daha önce izlemek için çeşitli bahanelerle fırsat yaratmayıp izledikten sonra altı ayda bir tekrarlamam gerektiği kanaatine vardım. Eleştirmenler, yönetmenler
ve birçok sinemasever tarafından eşit ölçüde beğenilen ve özel olarak her fırsatta dile getirilen İtalyan ailenin iç ilişkilerini anlatan filmimiz hakkında söyleyeceklerimi itina ile seçmem gerekiyor şu an. Sadece aile ilişkilerine değinildiği düşünülmemeli elbette ama benim için Baba'nın "Ailesiyle vakit geçirmeyen bir erkek asla gerçek bir erkek sayılmaz" demesiyle başlıyor film.
"Dostlarını kendine yakın tut, düşmanlarını daha da yakın."
Daha sonrasındaki kırılma sahnelerinde içime bu derece sineceğinden habersiz izlemeye başlamıştım elbette, bazen sizin için doğru olabileceğine inandığınız yoldan gitmek istemeyebilirsiniz. Kimse sizi zorla bir şeye inandıramaz, kendi kendinize gizlice inandığınız doğrularınızı ilk sıraya alabilirsiniz. Bir anda Michael Corleone olabilirsiniz mesela.
"Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım."
Sinema tarihinin en etkili 2. repliğine sahip film sayesinde Corleone ailesiyle tanışıyoruz. Mario Puzzo'nun başyapıtında bir çok sahnede büyüleniyor, içiniz gıdıklanıyor ve psikolojinizle oynanıyor. Sonrasında ise etkisinden çıkmamak için tekrar tekrar aklınızda başa sarıyorsunuz filmi. İlk görsel beni çok etkileyen bir sahneydi, tüm aile üyeleri tamamlanmadan fotoğraf çekilmemişti. Bu derece bağlı bir ailenin nasıl da derinden dağılabildiğine tanıklık etmek oldukça rahatsız edici elbette. Mafya filmleriyle alakalı pek fazla yorum yapamayacak kadar az bilgiye sahip bir kişi olarak söylemeliyim ki, üzerine yapılmış hiçbir film bu kadar başarılı değildir.
"Bu dünyada herhangi bir şey kesinse, tarih bize bir şey öğretebildiyse, o da istediğin herkesi öldürebileceğindir."
Tüm bu gücün en belirgin ve devamlı ögelerinin bağlılık ve acımasızlık olması tüm karakterleri daha da güçlü olmaya zorluyor gibi. İhanet edenlerin sadece ölmesi gerektiği gerçeği gibi. Her yapay davranışın altındaki gerçeği fark ediyor olmaları gibi, Baba'nın kabul odasındaki asil duruşu, portakallar, kedi. İzlemeniz için ne gerekiyorsa yapınız. Devam filmlerine geçmek için sabırsızlanacaksınız.
Merhaba, senenin en başarılı komedi hikayesiyle tanıştırayım sizi. Film sonrası normalde aklımda çok fazla detay kalmaz ama dün izlediğimden beri sürekli gözümün önüne gelen sahneleri bir türlü es geçemiyorum. Aklıma geldikçe kahkaha atıyor olduğum gerçeğini de saklamayacağım tabii ki. Ryan Gosling ve Russell Crowe'u yan yana hayal edemeyenleri şaşırtacak kadar başarılı bir birleştirme olmuş.
"-Ben kötü biri miyim?
+Evet."
Filme dair en güzel detaylardan biri 70'lerde geçiyor olması sanırım, başarılı dedektif March ve Jackson'ın gizemli bir iş için tanışmalarıyla başlıyor. Önemli bir sırrı saklayan kızı ararken bir çok insanın da aynı kızı aradığını fark ediyorlar. Ünlü porno yıldızının ölümündeki sırrı bilen ve ortaya çıkarabilecek tek kişidir Amelia. Bu da olayı bir tık daha karıştırıyor elbette.
Fazla beklentiye kapılmadan yeri geldiğinde sesli güleceğinizi, yeri geldiğinde tebessüm edeceğinizi kabul ederek izlemeye başlamalısınız. Sonrası zaten sizin için güzel bir keyfe dönüşecek, Ryan Gosling oyunculuğunu yine tap bir noktaya taşımış yine yeniden efsaneydi. Russell Crowe ve Ryan Gosling'den bahsettiğimiz kadar Angourie Rice'dan da bahsetmeliyiz, kocaman bir takdiri hak ediyor. O nası bıcır bir oyunculuk, nasıl güzel bir sadelikti. Aksiyon sahnelerinin her birinde alttan incecik bir dokundurma yapılmış, her kesime hitap eden başarılı bir Shane Black eseri olmuş bence. Yeterli ilgiyi görmeden rafa kaldırılmış şahane işlerden yalnızca biri, bu kısmı fazlasıyla üzücü elbette.
Gerçekten eğlenerek izleyeceğiniz şahane bir Salı filmi olur, keyifle.
Bollywood filmlerinin Hollywood filmlerine kafa tutmasına bayılıyorum, bu işi de son derece başarılı tamamlıyorlar. Bir sonraki başarılı filmleri izlemek için sabırsızlanıyorum. Zaman eksikliği, üşengeçlik ve geriye kalan bir çok sebep yüzünden keşfedip izleme fırsatı bulamadığım filmlerden sadece bir tanesiydi Talaash. Aamir Khan'ın ismi geçiyorsa zaten bizim için anında kutsallaşıyor film. (Bunu biliyorsunuzdur zaten.)
Bu sefer o kadar farklı bir rolle izledim ki onu, ilk kez hatta. Filme dair hiçbir detayı beğenmeseniz bile Aamir Khan oyunculuğu hatırına sonuna kadar izlersiniz. Film içerisinde sadece bir polisiye hikayesi barındırmıyor bunu fark ettiğiniz her dakika "Yine yapmışlar yapacaklarını." diye düşünüp duruyorsunuz. Emsali olan bir çok hikayeye gerçekten on basar, başarılı bir kurgu. En sonunda sizi sudan çıkmış bir balığa dönüştürecek.
"Ruhlar çok üzgün insanlarla iletişim kurabiliyorlar, çok üzülürsen sana da gelirler."
Bir insanın sizi bir şekilde hiçbir zaman şaşırtmaması da aslında çok güzel bir şey. İyi veya kötü karşınızdaki insandan beklentileriniz hep stabil kalıyor bu sebeple, nasılsa ne yapacağını biliyorsunuz. Aamir Khan da öyle, hiçbir zaman yanıltmadı beni, yine yeniden parmağının değdiği bir işe bayıldım, bayılıyorum ve bayılacağım. Bizde bu hayranlığın oluşmasına sebep olan güzel kadın annem, ona daha çok bayılıyorum.
Film hakkında yorum yapacağım sandınız ama genelde izlediğim filmlerin hepsini yaşadığım hayatla yorumlarım, izlediklerimden çok daha fazlasını hissediyorum. Belki çoğu insanın göremediği, çoğu insana basit gelen sahneleri gözümde büyütüyorum ama benim için hepsi gerçek. Bollywood filmlerinin en can alıcı atışları da toplumsal olaylara, haksızlıklara karşı ayırdıkları sahneler bana kalırsa. Bir yerde bir kadının kaybolma haberi üzerine herkesin ne kadar da olağan karşılıyor olmasına sitem etmişti Rosie, haklıydı.
Hikaye içindeki hikayede kendinizi bulmak sizi ne kadar korkuturdu? Kendinizi bulacağınız bir sürü hikayeniz olsun, keyifle ve gerilerek izleyiniz. (İstemeseniz de baya bir gerileceksiniz çünkü.)
İnsanın kalbi dışarıdaki hal ve hareketlerinin gösterdiği derecede pamuk gibi de değil, taş gibi de. Bazı şeyleri anlamak ya da bilmek için yaşamak; tanık olmak gerekiyor. Hatta maruz kalmak, kara bulutların altında mücadele etmek gerekiyor. İçerideki pırlanta o durumda kendini gösteriyor. Tek bir noktadan baktığınızda buz dağının hep aynı yönünü görüyorsunuz. Oysaki arkası bahar bahçe. Hope gibii...
Eşiyle cocuk yetiştirme merkezinde tanışıp sonrasında basamakları teker teker tırmanıp çok ünlü boksör ve neredeyse milyoner olan Jake'in hayatına tanıklık ettiğimiz dramatik bir hikaye var karşımızda. Bir nevi her şeyini kaybetmiş çocuklu bir adamın geri dönüş hikayesi. Klişe diyemem, her olgu farklı bir hikaye. Paranın neye sahip olup neye olmadığını göstermekle birlikte bize anlık sinirlerin ve durdurulamamazlıkların hayatta nelere mal olabileceğine göz kırpıyor.
Başarı, dünyadaki herkesten güzel ve yakışıklı gelir bana aynı zamanda da zengin. Bu da başarının hikayesi diyorum. Deyim yerindeyse küllerinden yeniden doğmak için kocaman bir mucize, aile dediğimiz sonradan sahip olunan o muazzam kavrama olan bağlılık.
Eşiyle ilgili yaşadığı talihsiz olay kalbinize dokunmayacak, kalbiniz sökecek gibi drama severler için. *Spoiler içermez^^
Sonrasında ise kocaman bir boks salonunda bir taraf için bahis yatırmış ya da rakiplerden biri sizin kanınızdanmış gibi taraf olup heyacanlı bir serüvene gerçekten ortak oluyorsunuz. Günlük hayatınzda tuttuğunuz takımı bile böyle desteklememiş olabilirsiniz.
Güzel bir atmosfer, kötü bir bitiş ve iyi bir yeniden doğus filmi.
Yüreklerinizde ki başarısızlığı ve çaresizliği koparıp atacak, güvendiğiniz dağları gözden geçirtecek lezzette.
Umut, bazen iki dudağınızın arasında değil de avuçlarınızın arasında sadece. Öylece izleyiniz.
"Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Bu kadar samimi tanımlara bayılıyorum, birbirini saplantılı bir şekilde seven Bonnie ve Clyde'a ayrıca bayıldım. Eski filmlerin en değişik hissettiren özelliği de oyuncuların şu anki hallerine bakabiliyor olmak, Warren hala çok yakışıklı. Faye Dunaway ise hala güzeller güzeli.
Döneminin en cesur filmi diye bahsediliyor Bonnie and Clyde'dan. Gerçekten de öyle, hissettirmek istenilen ne kadar duygu varsa on katını hissettim. Amerika'nın ünlü hırsızları karşılaştıkları ilk andan itibaren suç işlemeye başlarlar. Karşılaştıkları ilk an anlarlar, hayatlarının en yaşanılası dönemlerini beraber yaşayacaklarını ve sonsuzluğa beraber yuvarlanacaklarını. İşledikleri suç zincirleri arasında siz de varmışsınız hissine kapılıyorsunuz.
Clyde'ın Bonnie ile sevişmeyip yataktan doğrulduğu sahnede, düşünceli düşünceli bir köşeye sığınmasına içerlemekten beyin hücrelerim vefat etti. Nasıl olurdu da aşk kurtaramazdı insanlığı hep hayret ediyorum, Bonnie ve Clyde'ın hikayesini en az benim kadar seveceksiniz. Kaçış hikayelerini hep sevmişizdir zaten ama bu kaçışa ekledikleri aşklarına elbette tahammülsüzce bayıldım. Bayılacaksınız eminim.
Hırsızlık, gelişi güzel gelişen suçların daha çok kaçma durumunu ortaya doğurması sonucu hızlıca sona yaklaştığınızda aklınızda hep o cümle kalacak; "Merhaba ben Bonnie Parker bu da Clyde Barrow, banka soyarız."
Gerçekliğini yitirmesini istediğiniz gerçek bir hikayeden beyaz perdeye aktarılmış Tommy O'haver eseri. Nerede yaşıyor olduğunuzun bir önemi yok, nasıl bir yerde yaşıyor olduğunuz en önemlisi.
Çocukları olmadan daha mutlu olacaklarına inanan bizim bildiğimiz anlamda olmayan anne ve babanın çocuklarını otobüste tanışıp oyun oynamaya gittikleri bir evde bakılmalarına karar vermeleriyle başlıyor. Ayda 20 dolar karşılığında hasta Gertrude 6 çocuğuna ek Slyvia ve Jennie'yle yaşamaya başlar. Aman ne YAŞAMAK!
Filmin gücü mahkeme tutanaklarından kesitlerle devam etmesiyle orantılı. Ortaya çıkan ve yavaşça dozu arttırılan "şiddet", yapanların daha fazlasını yapacaklarına inanması, neden yaptıklarını bilmemeleri ancak güçlerinin yettiğini gördükçe daha da arttırmaları. Efso Catherine Keener oyunculuğuyla rahatsız edici filmler listesinde, izlenmesi gerekli muazzam filmlerden bence.
Daha önce de sadece bir şekilde kapağından veya görsellerinden etkilenerek film seçtiğimi söylemişimdir. Konusunu okumak, hakkında izlemeden araştırma yapmak asla huyum değildir. Coen kardeşlerin 80. Akademi ödüllerinde fazlasıyla ödül topladığı bu filmi bu kadar geç keşfetmiş olmam rahatsız etmiş olsa da bestis listeme direkt giriş yaptı kendileri.
Llewellyn Moss Meksika yakınlarında geyik avında olduğu bir gün yolunda gitmemiş bir uyuşturucu pazarlığıyla karşılaşır. Fazlaca yüklü mal ve paraya orantı karşılaştığı ve kendisinden su isteyen bir yaralı vardır. Ancak Llewellyn ona yardım etmez ve parayı alarak oradan uzaklaşır.
" - Eğer geri gelemezsem anneme onu sevdiğimi söyle.
+ Annen öldü Llewellyn.
- O zaman ona kendim söyleyeceğim."
Su vermediği yaralı tüm gece onu rahatsız ettiği için tekrar aynı yere geri dönen Llewellyn bu hata sayılabilecek vicdansı davranışıyla kovalamacayı başlatmıştır. Buradan sonrası kendisini kovalayan seri katil Anton Chigurh(Javier Bardem) oyunculuğunu temsil ediyor. Bu şekilde bir para aklamanın kimseye faydası olduğunu görmedik filmlerde, Llewellyn'e de olacağından şüpheli izledim her sahnesini.
Anton'ın tüm hareketlerine, sakinliğe ve sonsuz derece zeki tavırlarına bayıldım. Bir insan nasıl karizmatik olduğu anda çirkin de olabilir. Filmin müziksiz oluşunu da ancak bittikten sonra anladım. Ama baştan sona adını kalbinize yazabileceğiniz oldukça tadında bir gerilim hikayesi. Kalitesini tartışmaya gerek bile yok.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.