Keşke Jane Austen ile akşam üzeri sütlü çay keyfi yapma şansımız olabilseydi. Bazen bazı insanları anlamaya, tanımaya çalışırken bir şeyler içmek istediğimi fark ediyorum. Bu şekilde yolda ya da tatilde tanıma fikrinden daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Jane Austen ile de sanırım tartışacağımız şeyler çok uzayacağı için Hampshire'da bir iki gece kalabilirdim.
Her zaman dediğim gibi ben biraz geç doğmuşum, yetişemedim. Tek bir soru sorma hakkım varsa da bu olurdu herhalde: Hanımefendi, sizi aşkı çiçek böcek güneş bulut sanmış olabilir misiniz? Biraz keskin bir soru olsa da beni anlayacağını ve asla salon kadını çizgisinden çıkıp bana cevap vereceğini sanmam.
Tarihsel olayları o dönemin koşullarıyla yargılayın derler hep ama söz konusu duygular olduğunda bunu beceremiyorum. Daha doğrusu beceriyorum ama içime sinmiyor. O dönemin "aşk"larını yüzeysel buluyorum. Belki de döneminin kadınlar üzerindeki; kusursuz ol ki seni sevsinler, belirli bir yaştan sonra evde kaldın, kocan ne yaparsa onayla, ona hep güzel görün.... saçmalıklarıyla beyinlerini doldurmaları sebebiyle her şey bu kadar havada kalıyordu. Birbiriyle hiç uzunca sayılabilecek bir süre muhabbet etmeyen, eli eline değmemiş, gerçek duygularını geçirdikleri o kısa zamanda bile konuşamamış, arkadaşlarıyla bile hep bir şeyler gizleyerek sohbet eden genç kızların hikayeleri dönemin aşk hikayelerini oluşturuyor. Zaman geçtikçe kendimiz olabilmeyi; hissettiklerimizi söylemeyi öğrenmişiz. Yoksa menemen bardağı gibi dizilip güçlü kuvvetli kocamızın bizi almasını beklerdik.
Jane, Darcy'ye acaba gerçek hislerini iyisiyle kötüsüyle söyleyebilecek mi? Darcy, sevmediği bütün insanları balosuna toplarken ne düşündü? Lady Lucas evlendiği adamı gerçekten mi sevdi yoksa evde kalırım diye mi korktu? Bunlar hep soru işareti. Bennet'lerin bu dünyadaki varoluş amacı ne? Hali hazırda aşıksanız ve etraf size pespembe gözüküyorsa bu filmleri izleyip bana sinir olacaksınız çünkü çok tatlı gelecek. Erkenci Kuş dizisini izleyip aşklarıyla kendinizi avutuyorduysanız işin şekli değişecek.
Bütün aşklar kendi sertifikasına sahip ve her aşkı bizzat yaşamadığımız sürece bize biraz yüzeysel ve anlamsız gelecek, bunu kabul ediyorum. Yazının sonunda sizinle barışabiliriz diye düşünüyordum ama hali hazırda kıpır kıpır değilim, yapamadım. Keira Knightley'in en yakıştığı oyunculuğun bu olduğunu düşünüyorum eğer kabul görürse. Rosamund Pike'ımız ise en masum haliyle...
Varsın tüm aşklar yüzeysel gözüksün. Yaşayan herkesin tüm hücrelerine zaruret etmesini temenni ederek izleyelim.
Böyle ne zamandır yazmadığımı hesaplayınca geçen süreye içerlenmedim değil, peki ya neden? Elle tutulur bir açıklaması yok elbette, akıp giden zamanda geçip gitmesini bir an önce dilediğimiz bu günlerde yine kafamı meşgul edecek bir yığın işle uğraşıyorum. Bunlara kurumsal kimliğim de dahil elbette.
Seveceğimi düşündüğüm filmleri bir günde iki tane izleyecek şekilde planlasam yine de bitiremem. Listenin başında da The Diary of a Teenage Girl vardı. Başladığında ben bu filmi izleyebilir miyim diye düşünmüş olabilirim. Önyargıları yendiğinde vardığın o virajda bekliyor olacağım çünkü film bittiğinde ben o virajın sonunda bambaşka hissediyordum.
"Büyüdükten sonra anaokuluna gidip orada her şeyin minyatür olduğunu düşündünüz mü? Sandalyeler, masalar sandığınızdan çok daha küçük değiller mi? Hiçbir şeyin değişmediğini biliyorum. Ama her şey bana farklı gözüküyor."
Minnie, 15 yaşında kendini keşfetme hikayesine şahitlik ettiğimiz bence soğuk ama bir o kadar da çekici karakterimiz. Kendini keşfetme diyorum aslında sadece kendini değil insan davranışlarını, hikayesinde attığı her adımın onu nereden nereye götüreceğini de yavaş yavaş keşfediyor.
Sonra ne mi oluyor? Minnie gibi hikayenize ortak olanların vurduğu ve kırdığı tüm olguları onarmaya çalışıyorsunuz. Ara sıra yaşadığı akıl kayması (nefret ettiğini söylediği adamın dizlerinde ağlaması mesela) hareketlerinde bu hikayenin zaten izleyen ve yaşayan tüm insanlığa zararı dokunacak- gibi geliyor. Oysa ki insanın tüm zarar görmüş duyguları ve istekleri hayattaki beklentilerini geliştiriyormuş. Onları büyütüyormuş, küllerinden yeniden doğuruyormuş. İnsan, Minnie gibi en dibe düşmeliymiş ki kolayca ayağa kalkabilsin.
Marielle Henner, her şeye biraz dokunan ismimiz. Yönetmen, yazar ve aynı zamanda oyuncu. The Diary of a Teenage Girl yönettiği ilk filmi. Görsel şölenleri ve soundtrackları konusunda oldukça çekici bulduğum filmimiz de bir tiyatro oyunundan uyarlanmış. Ara sıra beklemediğim yerden fışkıran çizimlerle beni oldukça farklı bir hikayenin içinde olduğuma inandırdı.
Belki de kimse beni sevmiyor.
Belki kimse beni sevmeyecek.
Ama belki bir başkası tarafından sevilmekle ilgili değildir.
İnsan kendini bulduğu her anda kendisinden biraz daha uzaklaşıyor, umarım hikayeniz bunun tam tersi şekilde devam eder. Kendinizi virüsten koruyun, iyi seyirler.
Üzerinden çok zaman akmış filmleri izlemek bazen insanı ufak da olsa yoruyor. Eskiden ne kadar çok şeye tahammül ediyormuşuz diyor; şimdilerde hayatımıza yeni "tabu" olarak girmiş şeylere bir zamanlar gülüp geçtiğimizi fark ediyoruz. Sımsıcak Meg Ryan gülümsemesi ve Seinfeld benzerliğiyle Billy Crystal'ı bu kadar yıl sonra izlemek gayet keyif verici bir aktiviteydi, tavsiyedir.
Harry'nin bu dünyadaki en karamsar insan olması ve Sally'nin en zorlu kadınlardan biri olması hiçbir şeye engel olmazdı normalde, fakat bazı hikayeler siz olmasını istediğinizde ya da olup olmamasının sizin için çok önemli olmadığı dönemde gerçekleşmez. Her şey kendi dünyasında oldukça özeldir ve kendi anının parlayacağı zamana kadar bekler. Bu belki 11 yıl sürer belki 3 ay...
Film, yani Harry, başta bize erkeklerle kadınlar gerçekten arkadaş olabilir mi sorunsalını yüklüyor. Düşündürüyor ve diyor ki; sonunda olan arkadaşlığa olur.
İşte eski filmleri yeniden izlemenin getirileri olduğu kadar bazı götürüleri de oluyor. Artık böyle değil, hiçbir şey o zamanlardaki gibi değil diyorsunuz. Bu olayları hayatımızdan çıkartalı çok zaman oldu. Siz bu paradoksu düşünürken olaylar gelişiyor, arkadaşlıklar, tüm bağlar gözlerinizin önünde sıcacık kliplerle beliriyor. Birine dayanak olmak insanları birleştiriyor aslında ortak hayaller kadar ortak yaralar da insanlara -aynı gemideyiz- hissi veriyor.
Şimdilerde fenomen olan tüm cümlelerin çok eskiden yaşandığını hatta üzerine film çekildiğini görüyorsunuz izlerken. Bu hayattaki en hakiki cümle de bu filmde söylendi Harry tarafından:
"Çünkü hayatın kalanını biriyle geçirmek istediğini fark edince, hayatın geri kalanının bir an önce başlamasını istiyorsun."
Güzel şeyler oldukça basit anlatılıyor.
Hayatınızın en doğru zamanında parıldayan anları için izleyiniz.
Masalımsı tüm detayıyla izleyip beğendiğimiz, aynı isimli romandan uyarlama filmimiz.
+ Çok güzel görünüyorsun Molly. - Senin gözlerin kör, eski dostum..
Geçmiş zamanda toplum tarafından ötekileştirilen ve yine aynı toplum tarafından ayıplanan bir genç kadının kızı olarak dünyaya geliyor Tilly. Burada tüm ahlaksızlığı yapan ancak ördükleri iyi profil sebebiyle dikkat çekmeyen insanların Tilly ve bence dünyanın en eğlenceli annesi Molly'ye iyi gelememelerini ve hiçbir zaman da iyi gelemeyeceklerini izledik.
Dungatar kasabasında çocukluğundan ve gerçekliğinden uzaklaştırılmış Tilly'nin bir gün hasta annesini ve ona bu durumu yaşatan herkesle karşı karşıya gelmesiyle başlıyor ve "Bir masal nasıl bu kadar gerçekçi olabilir?" sorusunu akıllara getiriyor. Filmin ilk yarısında oldukça eğleniyorsunuz ve bence bu derece akıcı komedilerin de evlere kapandığımız bu umutsuz dönemlerde ilaç gibi geleceğinden şüphem yok.
İnsanın hayatına etkisi büyük tanıdık bir konunun bu kadar etkili aktarıldığı senaryoları izlemekten keyif duyuyoruz, Teddy'nin ambara atladığı sahnede aklınızı bir süre bırakacağınız ve ancak filmin sonuyla normale dönebileceğiniz bu hikayeyi hemen izleyin derim.
Bize Scarlet'in yüzünde kusurlar olabileceğini göstermek için yakın çekim çekip; Girls'teki Adam'ın iyi biri olabileceğine bizi inandırmak istemişsin ama yemeyiz. (çoktan yedi)
Şimdiki hikayede ise sizi hiç yormadan zaten biten bir ilişkiden başlıyor. Bazı filmler sadece romantik değildir; bitirdiğinize boşanmış gibi hissederseniz, mesela bu film. Noah Boumbach ilişkileri; dürüstlükten ayırmadan ve satır aralarını da işleyerek bizlere muhteşem bir hikaye sunuyor. Bu kadar ödül adaylığına şaşmamak gerekiyor. Bir hikayeyi size yaşarmışçasına izletiyor. Ortağı olmadığınız hislerin içine buluyorsunuz kendinizi.
Bazı şeyler yalnızca olur. Ne haddinden fazla hızlandırmak ne de slow motion ilerlemek imkansızdır. Charlie ve Nicole tüm klasik hikayelerin aksine bizlere kendi duygularını "sözde" geçirmeden, dağılan bir hayata, evliliklerine dahil ediyorlar. Ama emin olun geçiyor.
Birini çok sevdiğinde onun sevdiği gibi olmayı, ona mutlu olduğu hayatı yaşatmayı kendine gizlice ant içmiş gibi uyguluyor insanlar, değil mi? Öyle. Çok ufak bir olasılıkla mantık hatası yok mu sizce de? Var.
Kalbiniz kırıkken ve karşınızdakiyle paylaşacaklarınız henüz bitmeden biten ilişkiler yitip giden herkes veya her şeyden fazla can acıtır. Çok seven tarafın daha düşmanca yaklaşması az seven tarafın ise merhametli ve anlayışlı olmasının sebebi budur belki. Yarım kalmışlık...
Verilen tüm sözler, güzel gözler, aşk dolu sözcükler, ve diğer her şey bir çocuğun küçük kurbağalı çantasına sığabilir. Birileri ebeveynliğimizi, nasıl bir eş olduğumuzu yani insanlığımızı ve adanmışlığımızı sorguladığında parçalanmamız normal. Ama hayat işte. Bir yerde mutlu olmuyor ve mutlu edilmiyorsanız orayı terk edin. Bazen severken de gidilir. Hatta yapacak en iyi şey budur.
Bizi okurken bu harika liste eşlik edecek, tık tık
Sevdiğiniz kimseler için vazgeçilmez hayatınıza kadeh kaldırark seyrediniz.
Ted Danson'a ve yarattığı tüm mimarilere bayılıyorum ;) Göz kırpışlarım goes toooo "The Good Place"
Aaa bu film de neymiş diyerek 3.kez izlediğim filmi sanırım artık satırlara dökmek ve işaretlere inanmak için harika günler geçiriyorum. Şaşılacak bir romantik-fantastik hikaye. Böyle bir etiket var mı bilmiyorum.
Hayatınızı düzeltmek, ilişkinizi kurtarmak, evliliğinize yeni bir soluk getirmek istediğinizde kendinizi bir simülasyonun içinde gibi hissedebilirsiniz. Tabii ilk fark eden kazanır diye bir kural koymamışlar ne yazık ki! Yıllar öncesine bile dönseniz biri bir yerlerden çıkıp "hadi ama hissettiğin bu mu yani" diyerek uyandırabilir. Çünkü gerçek bu. Hayat devam ediyor ve siz zincirden koptunuz diye işleyiş bitmiyor. Harika bir yaratılmışlık var. Her şey değişmeye yeni bir boyut kazanmaya devam ediyor. Tıpkı ilişkiler gibi. Bu dünyadaki bütün ilişkiler bitebilir. Evrenin dönüş mekanizması öküzün üzerinde değil de bunun üzerinde olabilir.
Sonuç olarak beğendiğimiz/alıştığımız bedenlerin sadece içi değiştiğinde hoşumuza gitmeye başlayabilir. Çünkü "insanlar değişir; hisler değişir". Nerede kalıyorsanız kalın, kimi seçiyorsanız seçin kalbiniz nerede "huzur" denen anlamsız duyguyu buluyorsa oraya aitsinizdir. Yadırganmayacak kadar iyi bir tespit.
Belki de bir başka bedende bulacağınız muazzam aşklar için izleyiniz.
"Aşıkların birbirine söylediği her yalan er ya da geç gerçekleşir."
Her bir detayın düşünülerek muazzam bir düzenle sıralandığı Porto'da sonrasını düşünmeyerek yaşanan bir aşkın hikayesi. Bu kimine göre çok büyük bir şans, kimine göreyse şanssızlık. Aklınızı uçurmayan, kendinizi boğmadığınız bir ilişkinin nasıl huzurlu hissettirdiğini bilirsiniz. Jake ve Mati'nin bu bir günlük ilişkisinin hayatları boyunca nereye giderlerse gitsinler yanlarında gelmesine en az benim kadar içiniz kabaracak. Tabuların ötesinde yaşadıkları birlikteliklerinin ardından size neler hissettirecekler bakalım.
Değişik çekim tekniklerine sahip filmler, sinefilleri her zaman heyecanlandırır. Teknik benim için her zaman bahsettiğim kadar önemli değil. Alt metinde dikkatimi çekecek tek bir replik, o filmi başucu filmlerime eklemem için tek bir görüntüde bir kişinin iç sesini dinliyor olmak bile yeterli. Gabe Klinger da bu konuda beni fazlasıyla tatmin etti. Birbirlerine sadece bakarak dahi iletişim kurabilen iki karaktere bu durumu bu kadar derin aktarabilmeleri için acaba neler söyledi.
Zaten bir gün boyunca bu kadar mutlu ve sorunsuz yaşadığın bir ilişkinin ardına sığınamayacak kadar hayal kırıklığı yaşarsın, bir şeyler hızlı olabilir evet ama kendini inandıramadığın her anda kaybolursun. Sana senden daha fazla iyi gelebilecek kimse olmuyor, sen iyi değilsen anlık yaşadığın hiçbir mutluluğun daimi olmasını bekleyemezsin. Sonrasında da inandığın ve gerçekliğinden emin olduğunu sandığın bir seçimin kurbanı olursun. Yaşaman gereken hayatla yaşamak istediğin hayat arasında çırpınırsın da hareket edemezsin.
Mons film festivalinde en iyi senaryo ödülü almış filmimiz, 2016 senesinde trafik kazasında vefat eden filmin başrol oyuncusu Anton Yelchin'in anısına da güzel bir hatıra bence. Anlamak istemiyorsanız anlayamayacağınız ve doğrudan ruh halinize göz kırpacak bir film. Keyifli seyirler.
Savaş gerçeğini yakın arkadaşlarınızın ailesinden dinlediğinizde o yaraya siz de eşlik ediyorsunuz. Korkunç bir şey, hayal ettiğiniz ürpertinin ötesinde. Twice Born, roman uyarlaması filmimiz bu kadar geç izlediğim için beni asla affetmeyecek.
1992 yılında Saraybosna savaşında korkunç bir katliamın ortasında kalmış bir dramı anlatıyor, her savaş filmi gibi üst düzey rahatsız edici ve izlemesi oldukça zor. Başlangıçta sizi sadece iki insanın birbirine olan bağının yavaş yavaş artmasını izletiyor, yavaşça aralanıyor tüm duygular. Herkes seçtiği yolda kendi hedeflerine ilerlemiş hayatını sürdürüyor. Öyle olması gerekiyor da gerçekten öyle mi oluyor?
Penelope Cruz, başarılı yaşlandırılmış haliyle bile kalbimizin baş tacı. Saadet Işıl Aksoy'u ilk kez bir projede izledim, duygular şelale. Nasıl başarılı bir oyunculuktur, nasıl sessiz. Sade. Tüm uğultular ve izlediğim onca rahatsız edici sahne sonrasında aslında gerçeğin altında da bazen üzücü bazense hiçbir şey hissettirmeyecek bir gerçeğin yattığını fark ettim. Biz iyi olsak da şu an savaş içerisindeki topraklarda büyümeye çalışan çocuklar, birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmış binlerce insan var. Savaşın ortasında kalmış olmak Gemma ve Diego'nun tek sorunu değil elbette, ben sadece o kısmı almışım.
Her izlediğimde Summer'ı anlar, Tom'un, ona aşkın insana yüklediği bencillikle davrandığını düşünürdüm (sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevecek değil ya). Zaman geçti -people change, feelings change- yasası devreye girdi. Dedem hep insan yaşlandı mı kalbi yumuşar, daha kırılgan olur derdi; belki de öyle oldu. Hayattaki karar verme noktalarımızın o anki yaşadıklarımızla, hislerimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Sık sık izlerdim ama en son Summer'a Eyşan bile dedim, içimden.
"İlişkiler genelde çok karmaşık, insanlar hep inciniyorlar" der Summer, ki hala çok haklı buluyorum. Buradaki mutsuzlukların, üzüntülerin sebebi Tom'un gözü kapalı aşkı. Herkes gibi. İlişkilere tek taraflı baktığınızda mutsuzlukları görmezden gelip buna rağmen bağlanmayı seçerseniz devamında da tabii ki bunalımı ve ayrılıkla baş etmeyi öğrenmeniz gerekecektir.
İnsanlar sizi ve sizin sevdiğiniz yerleri hak etmemelerine rağmen onlara içinizi açar ve o yerlere götürürsünüz. Hayat işte. Sevdiğiniz müzikleri paylaşır, filmleri tekrar izlemek istersiniz. Hayalleriniz paylaşır geleceğe dair belli belirsiz onu da içine katarsınız. Belki evinize alacağınız küçük bir eşyayı bile onunla almaya gider, sizi terk ettiğinde de beraber tamir ettiğiniz musluğa bile kinle bakarsınız.
Cefasını çektiğiniz o hayatın sefasını başkası sürmeye başladığında dumur oluyorsunuz asl olarak. Hayat o noktada bitiyor gibi gelse de aslında başlıyor demeliyiz, düştüğün yerden kalkmak bu bir nevi. Canım Tom, keşke sana sarılabilsek.
Yine bana The Smiths'i ve There's A Light That Never Goes Out'u onbinyüzmilyon kere dinlemek düşüren bu hikayenin <Expectation/reality> kısmına, samimiyetle belirtmeliyim ki kalbinizi bırakacaksınız.
Hayat. Böyle bir şey işte. Tom "Bana hissettirdiklerine aşığım. Sanki her şey mümkünmüş gibi ya da ne bileyim… Hayat aslında yaşamaya değermiş gibi." diyordu.
Ya da
"Her damla gözyaşıma ziyadesiyle değdin" demişti biri. Önemli olan bunları diyebilmek bence.
Summer efect yaşatmayacak bir aşkla, tesadüf pamuklarının arasında gerçek aşkınızı, ruhunuzun eşinizi bulacağınız düşüncesini her zaman umut ederek izleyiniz.
Zamanın eskitemediği kült filmlerden biri, benim bu kadar geç keşfimin de elbet bir ton sebebi vardır. Büyük ihtimalle bir kere izlemekle yetinmeyip tüm sahneleri ezberinize alacak kadar çok izleyeceğiniz bir dönem filmi.
"Ama ben kendi nedenlerinize göre bir şeyler yaptığınıza inanan biriyim, başkasının değil."
William Shakespeare'ın eserinden uyarlama filmimiz, (en dikkat çekici detayı da bence burası) asıl karakterlerimiz; Kat ve Patrick çevresinde dönen eğlenceli ve bir o kadar vurucu hikayesini anlatıyor. Ne güzel anlatmak ama, hiç çiçek açmayan o koca arazideki beyaz minik papatyayı fark etmek gibi.
Kat, okulda peşinden en fazla koşulan yan karakterin ablası. Hayat görüşü ve erkeklere karşı duruşundan dolayı kimsenin isteyerek yaklaşamayacağı biri. Bir şekilde yolları kesişiyor Patrick ile. O andan sonra anlıyorsunuz aslında; burada acı çekilecek. Gözyaşı var burada. Bu birbirinden güzel karakterleri bir araya getirmekteki üstün başarısından dolayı Junger'ı tebrik ediyorum.
Zamanın nasıl acımasız olduğunu fark etmenizi de sağlıyor. Zamanında bir sürü rolde gördüğünüz insanların değişimleri, bir daha göremeyeceğinizi bildiğiniz oyuncular. Heath Ledger, Candy filmiyle hayatıma giren muazzam karakter. Buradan da kendisini anmış olalım. Yanınıza alabileceğiniz filmlerden bir tanesi, umarım size değer katmasına izin vererek izlersiniz.
"Benimle konuşma biçiminden nefret ediyorum, saçının kesiminden de, arabamı kullanış şeklinden nefret ediyorum. Bana gözünü dikip bakmandan nefret ediyorum. O kocaman komando botlarından ve aklımı okumandan nefret ediyorum.
Senden o kadar nefret ediyorum ki bu beni hasta ediyor hatta bana kafiyeler düzdürüyor. Senin hep haklı olmandan nefret ediyorum. Yalan söylemenden nefret ediyorum. Beni güldürmenden nefret ediyorum hatta daha kötüsü ağlatmandan nefret ediyorum. Yanımda olmadığın zamanlardan nefret ediyorum ve beni aramamış olmandan da.
Ama en çok senden nasıl nefret edemediğimden nefret ediyorum. Nefrete yakın bir şey bile hissetmiyorum, azıcık bile olsa, hem de hiç!"
"Hayatının aşkının gitmesine izin veren pişmanlık içinde yaşar ve yalnız ölür. Ne kadar iç çekip ah dese de ruhu huzur bulamaz."
Ne kadar da duygusal yükü fazla bir giriş alıntısı değil mi? Gerçekliğini yitirmiş kanısına varmamız için yeterli gözüküyor. Çünkü onun olduğu her yerde bir şeyler realitesini rafa kaldırıyor. Hareket ettiğimiz her an sanki koca bir kaya parçasıymışız gibi geliyor.
Roman uyarlaması senaryoları her zaman başarılı bulmuyor olsam da izlemekten üst düzey keyif aldığım gerçeğini değiştiremem. Muhammed Mulessehul'un Yasmina Khadra takma adıyla yayınlanan roman, Cezayir'in Fransa işgali sonrasında yaşanan olayları müslüman Jonas(Younès)'ın ağzından anlatan son derece başarılı bir Fransız filmi. Bir şeylerin bu kadar gerçek hissettirmesinin yalnızca öyle olmasından kaynaklı olduğunu düşündürüyor.
Jonas'ın kendi çocukluğuna ek gözlemlemesi gereken bir ton ağırlığıyla yol almasını, aslında nasıl yol alabiliyor olduğunu sorgulatıyor. İnsanda dayanma gücü bırakmayacak tüm bu acıları, ufak bir çocuğun yaşamak zorunda kalması adaletsizliğine söylenip duruyorsunuz. En son 27 ay önce bir dönem filmini bu kadar beğenmiştim, belki daha az. Gerçekten Cezayir'in tüm tatsız güzelliğinde kaybolduğunuz ve kaybolduğunuzu anlamadığınız bir 162 dakika.
"Gerçeklerin en keyifsiz tarafı bir gün mutlaka kendilerini kabul ettirmeleridir, ama bir tanesi vardır ki en keyifsizidir: Her şeyin bir sonu vardır ve hiçbir mutluluk ve üzüntü sonsuz değildir."
Kötü olan tüm anları geride bırakmak zorunda olduğunuzu fark ettiğinizde daha kolay olur, size iyi gelmeyecek hiçbir şeyi yanınızda götüremezsiniz. Belki aşkınız, belki de inanmaktan vazgeçmeyeceğiniz inancınız için. Dönemin türlü kargaşasında hayatının gittiği yöne adapte olmaya çalışırken yaşadığı dostlukları, çektiği acıları ve aşkını. Her birini filmin içerisindeymiş gibi yakında hissediyorsunuz.
Jonas(Younès)'dan sonra hayatınızda çok şey değişecek.
Film festivali kapsamında döneminin en göz alıcı çalışması olduğunu itiraf etmem gereken bir girişle geldim, buradayım! Beni görsel şöleni kadar hiçbir şeyi etkilemedi sanırım. Bütün yazı boyunca yalnızca bundan bahsetmek istiyorum. Filmin varlığından kitabı için yapmış olduğum araştırma sonucu haberim oldu. Bu da ikinci itirafım.
Everdene, asla aradığını bulamadığı kırıklığıyla yoluna devam etmeye çalışan karmaşık karakterimiz. Aradığı şeyin ne olduğundan da yüksek ihtimal haberi yok. Kendini, tüm toplumsal dayatmalardan sıyrılmış güçte nitelendirirken bir anda kaybetmeye başladığı öz güveni, güzelliğinin ortasında buluyor. Zamanın tüm gerektirdiği şartlara ayak uyduran kadınlarından farklı, evliliği bir amaca ulaşmak için gereç görmüyor.
Tutku, saygı ve sevgi arasında savrulup giderken birbirine karışan hiçbir şeyden rahatsız olmuyor.
Çünkü
bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin farkında, nasılsa bir şekilde mutlu
olacak. Yaşamak istediği ve yaşadığı hayat arasındaki tutarsızlığı umursayacak
kadar ciddiye almıyor hiçbir şeyi. Belki de en güzeli, hiçbir şeyi
umursamamak.
Gerçekten sahip olduğunu sanmaktan sıkıldığı mutluluğa ulaşmak için her defasında kendinden ödün verdiğini izledik aslında bir süre. Ne kadar sizi siz yaptığına inandığınız katı kurallarınız varsa her biri koca bir yanılsamadan ibaretmiş gibi davranıyorsunuz. Sizi mutlu eden anların üzerine karanlık bir gölge olarak düşmesini istemiyorsunuz ya da sizden bir şeyler götürmesine müsaade etmediğiniz durumlarda onları devreye sokuyorsunuz. Bu oyuna aslında hiç gerek yok, gerçekliğin büyüsünde boğulmak varken.
Sonuçta
sizi koruduğunu düşündüğünüz tüm durumlar aslında sizi hiçte korumuyordur. Daha
fazla üzüleceğiniz için ertelenmiş her konuşmanın sonunda daha çok üzülürsünüz,
filmin sonunda Everdene'i korumak için hayatının hatasını yapan Mr. Boldwood
gibi.
Gerçek mutluluğa ulaşmanız dileği ile, Everdene'dan bahsedildiğini unutmadan izleyiniz.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.